28 Şubat 2009 Cumartesi

Meseret Defar ve Yücel Can (Yücel Can kim ya?)

Meseret Defar (Etiyopyalı)
  • 2003 Birmingham Dünya Salon Atletizm şampiyonasu 3000 metrede bronz

  • 2004 Atina Yaz olimpiyatları, 5000 metrede altın madalya
  • 2004 Budapeşte Dünya Salon Atletizm Şampiyonası 3000 metrede altın

  • 2005 Helsinki Dünya Atletizm Şampiyonası 5000 metrede gümüş

  • 2006 Moskova Dünya Salon Atletizm Şampiyonası 3000 metrede altın

  • 2007 Osaka Dünya Atletizm Şampiyonası 5000 metrede altın

  • 2008 Valencia Dünya Atletizm Salon Şampiyonası 3000 metrede altın
  • 2008 Pekin Yaz Olimpiyatları 5000 metrede bronz
Haziran 2006'da New York'ta 5000 metre dünya rekorunu 14:24:53 ile kırdı (eski rekor Elvan'a aitti -14:24:68 ile-) Bu yarıştan 12 gün sonra Oslo'da Dünya rekorunu 8 saniye kadar !!! geliştirerek 14:16:63 koştu. (Bu rekor 2008'de yine Oslo'da Dibaba tarafından neredeyse 5 saniye geliştirildi -14:11:15 ile- yok artık !!!)

Şubat 2007'de salonda 3000 metre dünya rekorunu kırdı (8:23:72) 3 ay sonra Mayıs 2007'de 2 mil dünya rekorunu kırdı.(9:10:47)

Geçtiğimiz yaz Pekin'de Dibaba ve Elvan'ın arkasında kalarak bronzla yetinen Defar yaslı gitti şen döndü. Geçtiğimiz hafta Dibaba'ya ait 5000 metrede dünya salon rekorunu 3 saniye geliştirdi (14:24:37) Bu hafta da kendisine ait 2 mil rekorunu bir kez daha kırdı.


Bir de bizim orta mesafe altetimiz vardı. 2002'de 1500 metrede Avrupa rekoru kırarak avrupa şampiyonu olmuştu da, 2003 Dünya Şampiyonasında gümüşte kalmasına şaşırmıştık. En son hatırladığım 2004 olimpiyatlarına hazırlanırken sakatlanmış,o dönemde doping testi yapan yetkilileri engellediği için 2 yıl ceza almıştı. 2008 olimpiyatlarına hazırlanırken yapılan testlerde doping kontrollerinde yasaklı maddeye rastlanmış, ömür boyu men cezası alması gündeme gelmiş, bu cezayı daha sonra 4 yıl men cezasına çevirmişlerdi. Şimdi nerede ne yapıyor diye merak edeniniz varsa.

Hamileliğini açıkladıktan sonra verdiği röportajda "Rakiplerimin çoğunun çocuğu vardı. Elinden tutup piste getiriyorlardı ve ardından da tribüne bırakıp yarışıyorlardı. Daha sonra da elinden tutup götürüyordu. Bu çok güzel bir duygu olsa gerek. Çünkü yarışırken çocuğu düşünmek büyük bir motivasyon sağlayacaktır" demişti.

Geçtiğimiz hafta anne oldu daha önceki röportajında sebebini açıkladığı üzere oğlunun adı Yücel Can. "Eşim çocuğun adını bana bıraktı. Bize kimse sahip çıkmamıştı. Çocuğun adının anlamlı olmasını istedim ve ismini Yücel Can koyacağım. Yücel'e sahip çıkacak canlar çoğalsın diye"
Allah analı babalı büyütsün. Süreyya Ayhan Kop bir gün tekrar yarışabilirse !!! ona motivasyon sağlayacağından eminiz. Bir de doğumdan sonra verdiği ilk demeçte "şu şartlar altında oğlumun atlet olmasını istemiyorum" demiş. Biz de ileride Defar'ın çocuklarını izleriz pistlerde, ziyanı yok...

27 Şubat 2009 Cuma

Zaman Makinesi Cepte


Hep istemişimdir gezdiğim sarayların, eski binaların, harabelerin eskiden nasıl olduğunu görebilmeyi. Fotoğraf dediğimiz güzide buluş varolduğu günden beri kısmen de olsa bize bu şansı verdi. Tabii eski fotoğraflara her an ulaşmak hep mümkün olmuyor her dönem ve her bölge için.

Hannover'de devam eden CeBIT fuarında sergilenen "artan gerçeklik" adlı teknoloji, çekilen fotoğrafın pozisyonunu ve açısı hesaplayarak benzer bir eski foto ve bilgiyi internetten bulabilecekmiş. Cep telefonununda kullanılacak bu yenilik rüyalarımın kısmen de gerçekleştiğinin habercisi sanırım.

Efes'in, Ayasofya'nın çok eski günleri görmek mümkün olmayacak bir mucize olmazsa, ama en azından Galata Kulesi'nin eski haliyle idare ederiz...

Şimdi Berbatov Olmak Vardı


"Premier Lig'de oynamak benim rüyamdı, şimdiki ise onun lideri, Manchester United'da forma giyebilmek"

"Berbatov'un kirli kramponlarını antreman sonrasında malzemeciye atan küstah bir züppe olduğuna dair hikayeler duydum"


Pazar günü Tottenham Hotspur ve Manchester United arasında oynanacak Carling Kupası finali öncesinde Pavlyuchenko bombaları bıraktı kaçtı. Sonucunda selefi ağır yaralandı ve Ferguson tarafından kadroya alınmadı...



(klişe kullanma hakkımı başka bir zamana erteleyerek bu sözler Türkiye'de söylense ne olurdu demiyorum; hadi yine iyisiniz !)

Onlar Ermiş Muradına...


NFL takımı New England Patriots'ın muhteşem quarter-back'i Tom Brady ile Gisele Bundchen sonunda evlenmişler. Gerçi haklarında sözlendiler, nişanlandılar diye bir sürü haber sonradan yalan çıkmıştı ama bu sefer Amerikan medyası oldukça iddialı.

2007 sezonunda Brady belki de bir quarter back adına tarihteki en iyi sezonlardan birini yaşamış, 50 touchdown pasıyla bir rekora imza atarken yılın en değerli oyuncusu seçilmişti. Takımı da finale kadar namağlup unvanı yani 18-0'lık bir performansla gelmişti. Fakat ne olduysa Super Bowl da olmuş, Gisele Bundchen'in izlemeye ilk kez geldiği maçta belki de tarihindeki en büyük bozgunlardan biri yaşanmış ve Patriots New York Giants'a kupayı kaybetmişti. O günden sonra olanlar da mağlum, bu sezonun ilk maçında Brady aldığı darbeyle sezonu kapadı ve geçen senenin yenilmez armadası playoffa bile kalamadı.

Bakalım ikilinin iyice yakınlaşması Patriots ve Brady'nin kaderini nasıl etkileyecek !

26 Şubat 2009 Perşembe

89'

Bir çocuğun takım tutmaya, maçları iyi kötü takip edip, arkadaşlarıyla maç muhabbeti yapmaya başlamasıyla okuyup yazmaya başlaması aşağı yukarı aynı yaşlara tekabül eder. En azından benim için öyleydi. Dolayısıyla 2009 yılı itibariyle 6-7 yaşını süren jenerasyonun futbolla ilişkisini merak ediyorum. 3 büyüklere küçük taraftarlar kazandırmak için bu senenin zor bir sene olduğu açık. Bir küçüğü Fenerli yapmak için forma alacak olsanız belki reklam yıldızı Roberto Carlos'un ve belki her ne kadar tartışılsa da yaptıklarına hürmeten Alex'in forması alınabilir, Galatasaraylılar için Arda'dan başka isim bulmak zor, Beşiktaş içinse mevcut kadrodan 10 yıl sonra hatırlanacak futbolcu olur mu emin değilim. Hele ki kadro bağlamında konuşursak taraftarların bu seneki kadroları değil ileride hatırlamak, mümkün olan en kısa sürede unutmak isteyeceği aşikar. Böyle bir girizgah yapmamın asıl sebebi ise her nesil gibi kendi neslinin en şanslı jenerasyon olduğunu zanneden adamlardan olmam.


Benim için futbol ve fener aşkı tam 20 yıl önce, 89 ocağında İzmir Atatürk stadında Fenerbahçe-Altay maçı ile başladı. Sabahın köründe kalkıp, başımda fener kukuletası , bir elim babamın elinde, öbür elimde annemin yanımıza verdiği ekmek arası sandviçlerimizin olduğu torba stada gidişimiz. Stad tıklım tıklım. Fener maçı 3-0 aldı. Rıdvan yılın -belki de kariyerinin- en güzel golünü attı. Yine 89 baharında, Fenerbahçe'nin 3-0 geriden gelip 4-3'e çevirdiği Galatasaray maçıyla beraber benim Fenerbahçeliliğim iyiden iyiye demleniyor, 103 gollü şampiyonlukla da ömrümün geri kalanında hangi takım için heyecanlanacağım artık kesinleşiyordu.



Tabii ki bu benim hikayem ama diğer büyüklerin küçükleri için de 89 bereketli bir seneydi. Galatasaray, Neuchatel Xamax'ı 5-0'lık efsane maçla eledikten birkaç ay sonra Monaco'yu önce Tanju tek başına ziyaret edip altın ayakkabısını alıyor. Bu olaydan yaklaşık 1 ay sonra da bu sefer takım halinde Monaco'yu ziyaret ediyorlardı. 89 martında Galatasaray, Monaco'yu da geçerek şampiyon kulüpler kupasında yarı finale kalıyor. Prekazi, üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen jeneriklerde hala dönen meşhur golü atıyordu.



Aynı aylarda Beşiktaşlılar için siyahi futbolcu obsesyonunu başlatan Les Ferdinand; Madida, Amokachi, Ohen ve Nouma ile devam edecek zincirin ilk halkası olarak siyah beyaz formayla top koşturuyordu. Yukarıda bahsettiğim maçla kupada Galatasaray'ı eleyen Fenerbahçe, finalde kupayı Beşiktaşa bırakırken, Ferdinand o maçta 5 Fenerliyi geçip attığı golle, Türkiye'ye bir yıllığına gelmiş olsa da çocukların bir kısmını Beşiktaşlı yapıp öyle dönüyordu ülkesine. Aynı yılın sonbaharında ise Beşiktaş, Adana Demirspor'u Ali'nin 4, Metin ve Feyyaz'ın 3'er golüyle 10-0 mağlup ediyor, bu maçla hem Metin-Ali-Feyyaz efsanesi doğuyor hem de o sezonla beraber 3 yıl üst üste şampiyon olacak takım kendini yavaştan belli ediyordu.

Bütün bu olayların aynı yıl içinde gerçekleşmesi tesadüf müydü yoksa ben mi tüm bunlara olduğundan fazla anlam yüklüyorum emin değilim ama her ne olursa olsun çocukluk güzeldir. Benim çocukluğum da güzeldi. Benim için artık en büyük Fenerbahçeydi, çocukluk arkadaşlarımın da Beşiktaş'ı veya Galatasaray'ı tutmaları için benimkilere benzer sebepleri vardı Ne bileyim; sanki eskiden herşey daha güzeldi...

Büyükşehir çalışıyor


İstanbul trafiği hakkında yazmak istemiyorum. Anladın sen onu !!!

25 Şubat 2009 Çarşamba

Rakamlarla Bu Gece



0 : Villarreal Şampiyonlar Ligi tarihinde evinde oynadığı tek bir maçtan bile yenik ayrılmadı

1 : UEFA'nın düzenlediği kupalarda Portekiz temsilcileriyle oynadıkları 20 maçta Bayern Münih sadece tek yenilgi aldı, o da 1987 yılındaki Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde Porto karşısında

5 : Real Madrid'in Devler Ligi'nde ilk 16'yı en son geçişinden bu yana geçen yıl sayısı

6 : Juventus Şampiyonlar Ligi'nde oynadıkları son 6 eleme turunda deplasman ayaklarını kaybetti

6 : Liverpool 7 defa eşleştiği İspanyol takımlarını 6 kez elemeyi başardı

9 : Panathinaikos Avrupa Kupaları'nda İspanya'da oynadıkları 9 maçta da mağlup oldu

15 : Chelsea Şampiyonlar Ligi'nde son 15 maçtır evinde yenilmiyor

26 : Sporting Lizbon Kupa 1'de en son çeyrek final oynadığı yıl doğan çocuğun şimdiki yaşı

24 Şubat 2009 Salı

Milano Guiseppe Meazza Stadı'nda Gol Yok


Maçtan önceki gün Sir Alex Ferguson’un önemli bir sözü vardı; “Mourinho bizden gol yedikleri anda turu kaybettiklerini bilmeli. Maçı kazanıp kazanmamaları da önemli değil, Old Trafford’da geri kalanını biz hallederiz”. 90 dakikanın neticesinde ne Inter maçı kazanabildi ne de Ferguson Milano’ya gelirken amaçladığı bir gole kavuşabildi.




Manchester United maç boyunca, özellikle de ilk yarıda yaptığı sert presle ileride bekleyen İbrahimovic ve Adriano ikilisine defanstan ve ortasahadan top atılmasını tamamen engelledi. Hatta ilk yarı pres o dereceye vardı ki defansta yapılan yan paslarda ve ortasahaya doğru gönderilen toplarda Inter adına kayıplar haylice artmıştı. Çift forvet oynamak ve Muntari ile Zanetti’nin zaman zaman kanatlara fazla süzülmesi Cambiasso’yu çok kez yalnız bıraktı ve nitekim Manu ortasahayı hızlı geçmeyi çok kez başardı. Tabii bunda başrol hem pres hem de yüksek yüzdeli pas isabetiyle Inter’in başını epeyce ağrıtan orta alan üçlüsü Carrick-Fletcher-Park’ındı. Inter’in bir diğer hücum silahı, bence bu sezon dünyadaki en iyi sağ bek olan Maicon’u da Manu çok iyi kitledi. İlk yarıda sadece iki olumlu denebilecek pozisyona imza atan Brezilyalı birinde çigiye sarkıp sonuç getirmeyen bir orta yaparken diğerinde de ceza sahasına yaklaşırken faulle durduruldu. Serie A’daki gösterdiği performans düşünülünce Ferguson’un oyun planı ve ileride basarken takımın kanatlarda da açık vermemesi ayakta alkışlanmalı.


Inter’in hücuma giden yollarını keserken Manchester United Ferguson’un istediği golü getirecek pozisyonları da epeyce buldu. Cristiano Ronaldo’nun ilk dakikalardaki kafa vuruşu, Ryan Giggs’in Cesar’la karşı karşıya kaldığı pozisyonu değerlendiremeyişi ya da bir başka deyişle Cesar’ın kurtarışı, ceza sahasının hemen önünde kullanılan serbest vuruşlar. Sadece ilk yarıda böyle bir maç için önemli sayıda fırsat yakalamıştı Manu. İkinci yarıda da Cristiano Ronaldo’nun ortasını boş kaleye yollayamamaları veya Giggs’in ceza sahası içindeki vuruşunu Cordoba’nın engellemesi Ferguson’u epey üzmüş olsa gerek. Jose Mourinho maçın oynandığı şekille 0-0 sonuçlanmasından çok memnun olmalı, çünkü Inter Adriano’nun 6 pas civarında dokunamadığı top ve Cambiasso’nun karambol anında topa kafası yerine göğsüyle vurduğu pozsiyon dışında kayda değer bir şans yakalayamadılar.


Maç sonrası hakemle uğraşarak ikinci maç yatırımını şimdiden başlatan Jose Mourinho bu maçtaki eksikleri analiz etmeye şimdiden başlamalı. Savunmanın arkasına ve özellikle de kanatlara atılan toplarla yaratılan tehlikelere bir dahaki maç için kesinlikle çözüm bulması gerekiyor. Araya oynanan ve ikili oyunlarda Berbatov biraz daha becerekli olsaydı çeyrek finalist şimdiden belli olmuştu. Bu sebeple savunma hattını biraz geri çekip alan daraltmaya ya da forvetten bir adam eksiltip Cambiasso’nun yanına fazladan bir oyuncu koyarak hem prese karşı pas döngüsünde hem de ortadan açılan gedikleri kapatmak adına fazladan bir çift ayak bulundurmak faydalı olabilir. Ayrıca savunmanın bu maçta sergilediği tedirginlik de işin bir başka olumsuz yönü İngiltere’deki maça kadar Samuel dönebilirse bu konuda çözüm olabilir. Orta alan içinse akla Patrick Vieira’nın ismi geliyor hemen, gerçi kendisi bugünkü maç kadrosuna alınmaması sebebiyle Mourinho’ya oldukça öfkeli bu aralar.



Bugünkü maçın ışığında her ne kadar Manu çok parlak görünse de 0-0’lık skor Inter’in avantajına ve Mourinho Old Trafford’daki maç için cebinde kesinlikle sihirli bir oyun bulunduruyordur. Sir Alex Ferguson ve Özel İnsan’ın önümüzdeki iki hafta boyunca yaşayacakları olası laf kavgalarının heyecanı beni şimdiden sarmış durumda !


Kadere Bak




Yukarıdaki fotoğrafın bir benzeri 2001 yılının bir kasım akşamı, San Siro'da çekilmedi. Bunun bir bedeli olmuştu... Tıpkı sırtını kaleye dönüp çömelmiş Arda’nın ayağa kalktığında yüzündeki üzgün ifadenin olduğu gibi...



Pazartesi günü itibariyle Galatasaray Skibbe ile yollarını ayırdı. Bu haberle birlikte birçok insanı aylardır yetiştirdikleri ekinin karşılığını almışçasına bir zafer sarhoşluğu aldı da yürüdü. Alman teknik adamın Türkiye'ye adım attığı ilk andan itibaren eleştirilerin ardı arkası kesilmedi. Skibbe iyi teknik diretördür ya da değildir, teknik taktik bilgisi çok gelişmiştir ya da gelişmemiştir ayrı; fakat adamı daha gelir gelmez damgalamak, en ufak açığını bulmak için sipere yatmak nedendir bilinmez. Steaua Bükreş maçı sonrası, transferin önemli bir bölümünü hazırlık kampı öncesi bitirmesi gerekirken Ağustos ayının sonlarına kadar sarkıtan yönetime bir verirken Skibbe'ye dört koldan saldırılması iyice anlaşılmaz. Skibbe'nin takımı dört dörtlük yönettiğini savunmak pek akıl karı olmaz elbette ama takımı biraz kaynaştırdıktan sonra UEFA Kupası'nda aldığı galibiyetler Lucescu zamanından beri ilk defa Galatasaray'ın Edirne ötesinde varlığını hissettirdi.






Skibbe’nin de elbette hataları oldu. Yönetim Ümit Davala’yı kapı dışarı ederken onun arkasında durmadı ve buna karşı bir tutum takınmadı. 84. dakikadaki küçük dokunuşla belirlenen maçın neticesinde kovulmasına yeterince sesin yükselmesinin bir sebebi de budur belki. Bir maç çıkışı kendisine sorulan “Kadroyu yönetim mi yapıyor” sorusuna sakince “Hayır” cevabı vermesi ondan bana kalanlar arasında yer alacak bundan böyle. Aynı soruyu gün gelir de hiddetiyle ün yapmış teknik adamlara da sorma cesaretini gösterirler umarım. Bir noktayı da atlamamak lazım, 20 yıllık teknik diretörlük kariyeri olan, Borussia Dortmund ve Bayer Leverkusen’i çalıştırmış, Alman Milli Takımı’nda yardımcı antrenörlük yapmış Michael Skibbe’ye 43 yaşında olmasından ötürü tecrübesiz, çaylak diyenler teknik direktör olarak 40’tan az maça çıkmış Bülent Korkmaz’a birkaç maç sonra aynı suçlamaları getirip kelle avcılığına girişmezler. Dilerim Skibbe’ye karşı takınan sert tutumun nedeni sadece yabancı düşmanlığıdır da Büyük Kaptan onun kaderini paylaşmaz. (Medyanın yabancı çalıştırıcılara karşı takındığı tavrın bir benzerini de yöneticilerin genç Türk antrenörlere, "bizim çocuklara" karşı duruşunda görmek mümkün, ama buna da başka bir postta değineyim)



Neyse başlığa ve ilk cümlelere geri dönersem iki penaltı iki insanın kaderini belirledi. Inzaghi’nin 2001 yılında kaçırdığı penaltı neticesinde Fatih Terim 9. haftasonunda Milan’dan kovulurken Milan Baros’un başarısız vuruşu Michael Skibbe’ye 21. maçlar sonrasında memleketinin yolunu tutturdu. Acaba Baros penaltıyı atsa Bordeaux maçı öncesinde basın toplantısına çıkan kim olacaktı ? Skora göre değil oyuna göre antrenörün görevine son vermek ya da onu eleştirmek mümkün mü ? Bugün sezon başından beri genç bir Alman teknik adam yerine genç Türk antrenörlere şans verilmesini savunanların o vakitler Ancelotti için Fatih Terim’in tahtından indirilmesini isteyen İtalyan asıllı yeniçerilerden ne farkı var ? O gün Milan yönetimini pusuda olmakla, Terim’i yabancı olması sebebiyle alelacele kovmakla suçlayanların bugün Skibbe, dün Zico için takındığı tavır kabul görmeli midir ? Ben bunları tekrarlayan 1321. kişi miyim? Bunlar kafamı kurcalayan sorular, fakat bir gerçek var ki bir zamanlar antrenörünün tüm sezon, her şartta arkasında duran kulübün yerinde yeller esiyor !

23 Şubat 2009 Pazartesi

Cate Blanchett'ın Tuhaf Güzelliği

Oscar ödül gecesinin iki favori filminden Slumdog Millionaire, Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesini süpürdü. Slumdog millionaire, en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi uyarlama senaryo gibi babacan oscarların da içinde bulunduğu sekiz şirin heykelle evine dönerken, Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesini akademi yeterince tuhaf bulmadığından olsa gerek filmi en iyi sanat yönetmeni, en iyi makyaj ve en iyi görsel efekt dallarında üç heykelcikle idare etti. Bu filmlerle ilgili yüksek perdeden ahkam kesme hakkımı saklı tutarak buraya benim için çok daha önemli, yıllardır kafamı kurcalayan başka bir sorunu taşımak istiyorum



Benjamin Button'ın hikayesini izleyenler kabul edeceklerdir ki hikaye kadar tuhaf bir başka durum da Cate Blanchett'ın güzelliğidir. Cate Blanchett'ın oynadığı her filmin sonunda şu tarz cümlelerden biri, filmi izleyen ekibin en zevzek elemanı tarafından dillendirilir. "Abi bu kadın, normalde öyle çarpıcı -Angelina Jolie gibi -güzel değil ama farklı etkileyici bir havası var. İnsan gözünü alamıyor" Bu cümle üzerine ekip, yakalanan geyiği bir güzel döndürmeye başlar ve hatun kişinin eski filmlerinden dem vurularak, her filminde aslında ne kadar güzel olduğu -sanki itiraz eden varmış gibi- elbirliği ile ispatlanmaya çalışılır. Güzelliği hususunda herkesin hemfikir olduğu halde, aynı topluluğa "nesini beğeniyorsun?" sorusu sorulduğunda hepsinin kakalak gibi kaldığı veya herkesin farklı bir cevap verdiği başka bir güzel tanımıyorum. İşte Cate Blanchett'ın güzelliğini tuhaf yapan da işin bu kısmı zaten. Madem ki Slumdog Millionaire "kim beş yüz milyar ister" formatıyla bunca ödül kaldırdı. Ben de aynı formatta, bulduğum alternatif cevapları alt alta sıralayayım.




Soru : Cate Blanchett'ın tuhaf güzelliğinin sırrı nedir?
a) Çıkık elmacık kemikleri ve sivri çenesinin yüzüne karakter katması
b) Kocaman ağzı sayesinde gülümsemesinin, yüzünün yarısını kaplaması (Julia Roberts effect)
c) Kendisini farklı filmlerde kızıl, kumral ve sarışın saçlarıyla görmemize rağmen, neredeyse saydamlığa varan beyaz teni sebebiyle her renk saçın hatun kişiye yakışması
d) 40 yaşını sürmesi ve üç çocuk doğurmasına rağmen her daim zerafet akan Allah vergisi ince bir bedene sahip olması
e) Aslında kendisinin insan evladı değil, elf kraliçesi olması



Ofsaytı bozanlar niye blog açar?

İlk postu girmeden önce internette ne kadar blog bulunduğunu merak ettim. 2008'in yılsonu itibariyle dünya çapında 133 milyon blog bulunmaktaymış ve hergün ortalama 900 bin post girilmekteymiş. Peki halihazırda bunca blog varken, bunca yazı sanal alemin sonsuzluğuna durmadan dökülürken insan niye blog açar ki? Çok önemli anlatacaklarımız mı var? Bunları anlatmakla kalmayıp yazacak, bir de bu yazdıklarımızın birileri tarafından okunması gerektiğini düşünecek kadar kendini muteber sanan şaşkın insanlar mıyız? Böyle uzun bir soru cümlesine aynı uzunlukta cevap vermenin alemi yok, cevap net ; değiliz. Öyleyse neden açıyoruz bu blogu? İş olsun diye... Bu cevap sizi ne kadar tatmin eder bilemiyoruz ama çok da umrumuzda değil açıkcası. Birbirimizin yazdıklarını okuyarak eğlenmek, yolunu şaşırıp bizim bloga düşmüş balıkları üç beş kaliteli yazıyla yemlemek, otobüsle eve dönerken bloga bugün ne yazabilirim diye düşünerek istanbul trafiğinin yarattığı sıkıntıyı hafifletmek gibi anlamsız sebepler uydurabilirim eğer kendimi zorlarsam. Muhakkak ki her yazı, yazarı tarafından, başkaları okusun diye yazılır ama o yazı bir kişi tarafından dahi okunduysa amacına ulaşmış demektir. Öyleyse elde birkaç okuyucunun bulunduğunu da düşünürsek, kapitalizmin zihnimize kazıdığı şekilde “müşteri odaklı” bir blog olmadığımızı ilk posttan belirtmekte fayda var.

Blogun içeriği hakkında da birkaç kelam etmek gerekiyor sanırım. Bu blogun kapsamı yazarların dünyasıyla sınırlıdır. Yazarların hayatındaki en önemli pay spora ve tabii ki futbola ait olduğu için, kayıtların önemli kısmının da aynı düzlemde olması kaçınılmaz. Bunun yanısıra blogda, sinemadan, edebiyata, televizyon dizilerinden, playstationa farklı gezegenlerden hikayeler anlatmamız muhtemel. Eklediğimiz yazılarda ulaşmaya çalıştığımız tek kriter ise yayınlanan yazıların klişelere düşmeyen, okunabilir, kaliteli yazılar olması.

Ayrıca, blogmuzun kendi içinde tutarlı olmak gibi bir kaygısı da yoktur. Birden çok yazar olduğu düşünülürse bu zaten mümkün değildir. Blog içinde, kralın takımını destekleyenler, karşılarında katalan sempatizanlarını bulacaktır. De Niro mu Al Pacino mu gibi beylik bir soruya karşılık alternatif cevaplar bulmanız mümkündür, Tolstoy vs Dostoyevski, Kobe vs LeBron, Nadal vs Federer gibi soruların yanıtları da muhteliftir. Dolayısıyla burada yayınlanan yazıların objektif olması beklenmemelidir. Her daim olaylara objektif yaklaştığı iddiasında bulunan safdiller ve/veya sahtekarların aksine buradaki her yazı/yazar taraftır ve hatta taraftardır.

Blogumuzun, bir hevesle birkaç post girildikten sonra tembelliğin dayanılmaz hafifliğine kurban gitmemesi, sanal çöplüğü boylamaması umuduyla...

Ofsaytı bozan futbolcu olmak



Ofsaytı bozan futbolcu için her zaman üzülmüşümdür. Ofsayta düşen santrafor takımını öne geçirme fırsatını harcadığı halde göze batmazken, ofsaytı bozan futbolcu takımının gol yemesinin müsebbibidir. Hocası, takımı, taraftarı karşısında mahçuptur. Halbuki tek suçu defanstaki diğer oyuncular kendilerini öne attığını farketmemiş olmasıdır. Belki bir an dalmıştır, unutmuştur sağını solunu kollamayı. Arkasına atılan topun rakip santrafor tarafından kontrol edildiğini görünce elini kaldırarak yan hakemi uyarır çoğu zaman tüm saflığıyla. Bazısı inatla kabullenmez ofsaytı bozanın kendisi olduğunu, yenilen golün geçersiz olduğu iddiasıyla hakeme koşar. Kimisi daha top ağlarla buluşurken çöker dizlerinin üzerine. Kolay değildir ofsaytı bozan futbolcu olmak. Onca insanın umudunu, emeğini, heyecanını yok eden; takımın bir parçasıyken takımı yıkan adam olmak kolay değildir. Kendi kalesine gol atmanın adı talihsizliktir, kendi kalesine gol atan adamın yalandan da olsa sırtı sıvazlanır, moral verilir ama ofsaytı bozmak aptallıktır. Beş kere zamanında çıkarsın öne, bir kere geç kalırsın ve takımın maçı 1-0 kaybeder bazen. Velhasıl zordur.