28 Ekim 2009 Çarşamba

Bi bırakın adamı allasen!!!


"Üst düzey bir teknik adamın psikolijisi 3 ayda nasıl bozulur" isimli bayık filmin bilmem kaçıncı tekrarını izlemekten sıkılmadık mı? Rijkaard gibi bir adamı, zaten bizim "süper" ligimiz hazmedemez, kusardı. Az kaldı. Rijkaard ilk alarmı Ankaragücü maçından sonra verdi: "Gökhan Zan milli takımda sakat sakat oynatıldı. Eksikliğini hissediyoruz" Fener maçından sonra basın toplantısında da B planınız yok mu gibi abuk bir soru soran gazeteciyi tersledi. Ertesi gün GS tv'ye verdiği demeç ise şöyleydi : "Yaşananlar utanç verici. Provokasyonu iyi yapıyorlar. Yaşanan tüm olaylar Fenerbahçe'nin stratejisinin bir parçasıydı. Çünkü bizim iyi bir takım olduğumuzu biliyorlardı. Ama ne yazık ki onların oyununa geldik. Yediğimiz ilk gol ofsayttı, penaltı pozisyonunda da Alex kendini attı."




Rijkaard bir Morinho değildir ki böyle lüzumsuz açıklamalar yapsın. Belli ki sinirleri yıpranmış. Adamın psikolojisini bozan da çok saygıdeğer Türk basınıdır zannımca. Mesela, Hıncal abimiz, duayenimiz !! ne yazıyor bugün: "Şimdi Rijkaard'ın futboldan anlamadığına inanıyorum. Ben Galatasaray'ın sadece maçlarını seyrediyorum ve madde madde cumartesi günü Sabah gazetesinde yazıyorum. "Galatasaray böyle gol yiyecek" diyorum ve hepsi gerçekleşiyor. O zaman hangimiz iyi biliyoruz işi; Rijkaard mı, ben mi?" Sen biliyorsun anasını satayim. Herşeyin en iyisini bildiğin gibi, futbolu da Rijkaard ve Neskeens'ten iyi biliyorsun. Rıdvan beri taraftan çıkıyor Rijkaard'ın B planı yok diyor. Ebe Rıdvan, el insaf. Birkaç akil adam dışında, tüm futbol basını da Hıncal-Rıdvan ekseninde saf tutunca Rijkaard'ın sinirler geriliyor haliyle. Geçen hafta "Go home Rijkaard" başlığı attı Hıncal. Ha gayret beyler, gönderin de kalalım biz bize, eski tas eski hamam.



Kimdir ki bu dallama Rijkaard? Hoca olarak neyini gördük ki? Adam, futbolu bıraktıktan sonra Hollanda milli takımında Hiddink'in yardımcılığını yapmış. 98 dünya kupasının en iyi futbolunu oynayan takım yarı finalde penaltılarla -Taffarel'in kurtardıklarıyla -Brezilya'ya elenmiş. Geçtik. Hiddink ayrılınca takımın başına geçmiş, takım Euro 2000'de futbol olarak önceki turnuvanın da üzerine çıkmış yine yarı finalde maç içinde iki penaltı kaçırmış, 2-3 top direkten dönmüş. 0-0 biten maçta penaltılarla bu sefer İtalya'ya elenmiş. Hollanda yine turnuvanın en iyi topunu oynayan takım olarak kalmış akıllarda. En azından benim aklımda.. Geçtik.




Barcelona'da yaptıkları ise daha taze tekrarlamanın alemi yok. Rijkaard'ın takımı, Murat Kosova'nın tabiriyle; Arsenal'le birlikte gezegenin en iyi futbol oynayan iki takımından biriydi. Hem de B planı olmadan !!! Geçtik. Türkiye'ye geldikten sonra ne yaptı peki bu adam; Avrupa kupalarında 9 maça çıktı, mağlup olmadı. Pana'ya dışarıda 3, Dinamo'ya içeride 4, toplamda 27 gol attı. Ligde Fener maçına kadar çıktığı 9 maçın 7'sini kazandı; 25 gol attı. Adam Fener'e kaybetti diye ortalık yıkılıyor. Arkadaşım o stadda imparatorunuz 6 yemedi mi, Lucescu gibi oyunu kitlemeyi çok iyi bilen bir hoca puansız dönmedi mi. Bir takım 10 yıldır bir statta kazanamıyorsa, teknik direktörün bunda çok fazla etkisi olmasa gerek. Takım çok gol yiyip, çok pozisyon veriyormuş, doğrudur ama bir müsade edin adama. 10. hafta'da takımı getirdiği noktaya bakın. Bu takım 5 ay önce ligi 5. bitiren takım, az biraz hafıza. Çok değil ha, az, azcık...





Futbol izlemeye başladığım günden beri hasta fenerli biri olarak, gs'yi iki defa kıskandım. Biri Hagi hususundaydı. Çok isterdim Hagi GS yerine Fener'de oynasın. Diğeri ise mevcut Rijkaard-Neskeens ikilisi. 3 yıl şampiyonluk sözünü gerçekleştirmek için getirilen Daum yerine, taraftardan 1-2 yıl sabır istenerek Rijkaard getirilseydi keşke.



Fener'de oynamasa da Hagi'yi izlemekten her zaman keyif aldım. Rijkaard'ın oynattığı futbolu izlemekten de keyif alıyorum.(kadıköy'de galip gelmediği sürece:) Futbol aşkına, bir susun, bir bırakın adamın yakasını ya.

24 Ekim 2009 Cumartesi

seviyorum ulan sizi


"Derbiyi kim kazanır?" sorusunun cevabının öğrenildiği andan daha çok bu sorunun ortalıkta dolandığı, derbiden önceki haftayı seviyorum ben. Entel spor yazarlarının ve taraftarlığın doğasını hiç anlamayan sosyal duyargaçları güçlü abla ve abilerin öne sürdüğü tüm önermeleri doğrulayan bir bünyeye sahibim.


Aklıselim kalem erbabı kimselerin sürekli tekrarladıkları "bazı dar görüşlü taraftarlar, Galatasaray'ı yenmeyi hem şampiyonluktan hem avrupa'da kazanılacak başarılardan daha çok önemsiyorlar." söylemindeki o dar görüşlü taraftarlardan biri benim. (avrupa kupalarındaki başarı ise şampiyonluktan önemlidir nazarımda, öyle de vizyon sahibiyimdir; lütfen...)


Yukarıda bahsettiğim sosyal duyargaçları gelişkin büyüklerimizin ; "derbi olur, dertler unutulur... Uyuma vatandaş, memleketin derbiden büyük sorunları var" temalı söylemlerinde -ki "olacak o kadar"ın yıllarca kendini tekrarlayan mesaj kaygılı skeçlerine de malzeme olmuştur bu tema- konuşmacının seslendiği uyuyan vatandaş da benim. Demokratik açılımmış, domuz gribiymiş, israil'le krizmiş... Bana ne lan, derbi var bugün.


Bir de sevgi pıtırcıklarına uyuzum. Birbirimizi sevelim, alkışlayalım, hepimiz kardeşiz falan filan işte... Biraz tansiyon olacak derbi dediğinde, ne var bunda. Son derbideki saçmalığı kastetmiyorum tabii ki; hem top oynama, 90 dakika futbol ve rekabet adına hiçbir şey yapma, maçın sonunda kavga çıkar. Bu değil tabii ki kastettiğim ama çatır çatır oynarsın sahada, kemik sesleri gelir tribünlere, arada da hızını alamaz itişir kakışırsın; işte o gerilim benim şiddet eğilimli alter egomu sarhoş ediyor. Lugano, Baros'un ayağına bassın, Sarbi, derbi yaşamamış Andre Santos'a derbi neymiş izah etsin isterim. Öyle çok temiz maç olmasın yani, ama güzel futbol olsun, bir de kötü oynasa da Fener kazansın.


Maçın son düdüğünden sonrası ise işin yavan kısmı. En fazla pazartesi sabahı iki-üç gazetenin spor sayfasını karıştırır, zaten derbinin yılmış yıkılmış takımının taraftarıyla çok da makara yapmanın lüzumunu görmezsin. Belki sadece aylar sonra oynanacak derbiye hafıza kaybıyla gelen vatandaşa maziyi hatırlatır, kafa yaparsın. O'dur yani. Yoksa maçın sonucu, maçtan önceki heyecanla kıyaslandığında- yenilsen de yensen de- pek birşey ifade etmez. Maç biter, formalar değiştirilir, herkes evine dağılır, hayat eski monotonluğuna döner.
P.S. Derbiden kastım sadece FB-GS maçlarıdır. Bjk maçları da iyi hoş ama bunun tadı bir başka be hacım...

14 Ekim 2009 Çarşamba

Futbol bazen sadece futbol olmalı

An itibariyle 2010 dünya kupası elemeleri grup maçlarını tamamladık. Son maçımız da gazozuna bir Ermenistan maçıydı. Tamam maçın belki iki takım için de sportif açıdan bir anlamı yoktu ama milli takımın, tarihinde bu kadar "siyasi" bir maç oynandığını sanmıyorum. Ne kadar çirkin bir maç atmosferi yaratıldı. Ermenistan'la protokol imzalandı mı imzalandı, e bırak muhabbet siyasi münasebetle sınırlı kalsın, futbol'u niye alet ediyorsun.
Maç biletleri satılmamış, sadece davetiyeyle "aklı başında insanlara" dağıtılmış. Stada azerbaycan bayrağı sokulmamış, onu geçtim Fatih Terim posteri getirenlerin elinden alınmış posterler, oturmak için karton getirenlere bile izin verilmemiş; provokatörler üzerine birşeyler yazar da "çirkin görüntüler" oluşur korkusuyla. Bilmem kaç bin polis 48 saattir stadın çevresindeymiş, bomba arama ekipleri kapılar açılmadan önce tüm stadı kontrol etmiş. 250 siyasi protokol gelmiş maça. Bu ne lan... Şaka gibi...
Zaten dünya kupasına gidememişiz, canımız sıkkın. Teknik direktör istifa etmiş, Rüştü son maçım demiş. Maçı zaten alacağımız belli, maça giden 3-5 bin kişi de istifa etmiş hocayı, milli takımı bırakan futbolcuyu yuhalamaz herhalde. Diyarbakır maçı sonrası kopan kıyameti gördükten sonra bursa taraftarının Ermenistan alehinde benzer birşeyi tekrarlayacak kadar dangalak olduğunu da sanmıyorum. Bırakın da gazozuna bir maç olsun işte. Futbol'un, takımlarıyla ya da taraftarlarıyla, siyasete bulaşması, siyasileşmesi farklı bir olaydır, siyasetin futbolu kullanması ve onu araçsallaştırması başka bir olaydır. Şimdi şöyle bir senaryo yazalım. Biz Bosnayı orada yendik ve puan farkı 1'e düştü. Dünya kupasına gitme şansımız da son maça kaldı. Ermenistanla son maçı da Bursa'da oynuyoruz, o maçta kaybettiğimiz puanla da Bosna'ya geçilip eleniyoruz. İşte o zaman görürdük dostluk maçını. Ne sahada ermeni futbolcular kalırdı kovalamadığımız, ne şeref tribününde yumruklamadığımız Ermeni bürokratları. Fatih Terim'in ve Bursa taraftarının muhtemel reaksiyonlarını buraya almıyorum bile. (Bkz: Türkiye-İsviçre maçı) Neyse ya daha fazla uzatmıyorum.

BABA


Francis Coppola İstanbul'a geliyormuş. Önümüzdeki yıl İstanbul'da çekeceği filmle ilgili çalışacakmış. Tamam ,Coppola son dönemde çok parlak bir film çekmemiştir ama Baba'yı çekmiştir, Apocalypse now'ı çekmiştir, conversation, rumble fish vardır arşivinde. Babadır, büyüktür, efsanedir nitekim. Türkiye'yi ziyareti sırasında, kültür bakanı Ertuğrul Günay ile de görüşecekmiş. Hayatımda ilk kez bir siyasetçiyi kıskandım. Ulan Coppola geliyor kapına yuh artık. Dedim bir gün gelse Coppola ziyaretime - o gelmese de olur, ben giderim hatta kapısında yatarım icap ederse :)- içsek kahvelerimizi, sonra ben sorsam, baba anlatsa, o anlatsa ben dinlesem. Güzel olurdu be ... Kültür bakanı olmak varmış anasını satayım...

5 Ekim 2009 Pazartesi

Demiryolu hikayecileri


Birkaç post altta, Tedirgine'nin Bursaspor-Diyarbakırspor ile ilgili yazdığı yazıya meze olmuştu Adana Demirspor-Livorno maçı. "Demiryolu işçilerinin takımı demirspor"un bu kimliği yenice mi icat edildi, maziden mi bulup çıkarıldı yoksa biz mi adamlara bok atıyoruz diye bir muhabbet dönmüştü. Yenice okumaya başladığım, Tanıl Bora'nın editlediği "Futbol ve Kültürü" kitabında tam da Demirspor'un mazisi üzerine bir makaleyle karşılaşınca, şu sorunun cevabını vereyim dedim. Blog'u takip eden demirsporlu olmadığına göre tehdit almayacağımı varsayarak kulübün nasıl ortaya çıktığını özetleyeyim.
"Adana futbolu denine akla gelen ilk isim Adana Demirspor, benzeri pek çok spor kulübü gibi varlığını 1940 tarihli 'Sivil savunma Mükellefiyeti' kanununa borçludur. Bu yasa, 500 kişiden fazla eleman çalıştıran kamu ve özel sektör kuruluşlarına spor kulübü kurma yükümlülüğü getirmekteydi. Adana Demirspor da 1940 tarihinde TCDD 6. işletme müdürü Eşref Demirağ'ın önderliğinde kurulur. Takım gücünü tabîi üye TCDD personelinin mecburi ödentili konumundan alır."
Demek ki neymiş; Demirspor, demiryolu işçilerinin biraraya gelerek kurduğu, ideolojik bir zemine sahip, devrimci bir takım değil, devletin sporu kitleselleştirmek adına çıkardığı bir yasa çerçevesinde, devlet eliyle kurulan, demiryolu personelinin ise mecburi olarak iştirak etmek zorunda olduğu bir kulüpmüş. Bugün, "sahip" olduğu kimliği nasıl devşirdiği sorusunu da sosyologlar cevaplasın, ben tarihçiyim :)

30 Eylül 2009 Çarşamba

Yumurtanın dayanılmaz hazzı


70 gün sonra Avrupa kısa kulvar yüzme şampiyonası İstanbul'da başlıyor. Yüzme sporu ile ilgim, Phelps'in havuzda olduğu dakikalarla sınırlı olduğundan klavyenin başında tulum tulum kesmenin alemi yok. Mesele şu ki, tam iki sene önce alınan şampiyona için gerekli hazırlıklar tamamlanamadığıı için memleketime has komik olaylar cereyan etmeye başlamış, paylaşayım dedim.

Avrupa yüzme birliği, Türkiye'den kurallara uygun kapalı yüzme havuzu ve 2500 kişilik karşılıklı iki tribün istemiş. Biri ısınma, biri yarışma için iki havuz bulunacakmış tesiste. Bizimkiler de yaparız demişler, mamafih henüz ortada birşey yok -dikkat 70 gün kaldı-. Son çare olarak, Abdi İpekçi'ye portatif havuz kurmak için ayaklanmış, bir italyan firma ile 2 milyon euro'ya anlaşmışlar. Bu fiyata sıfırdan tesis kurulur. Geçtim. Abdi İpekçi'yi 2010 basketbol dünya şampiyonasına hazırlamak için, salona 1 milyon tl'lık tadilat yapılmış. Bu havuzların yapılması durumunda, skorbordlar buhardan bozulacak, parkeler mahvolacak. Havuzu sahaya getirebilmek için tırların içeri girmesi lazım ama tırların girebileceği kapı yok, ziyanı yok kırarız kapılar. Yüzme şampiyonası öncesi ve sonrası Efes ve Fenerbahçe euro league maçlarını oynayamayacak falan filan. Basketbol federasyonu da haliyle buna karşı çıkıyor. Dolayısıyla yüzme federasyonu ile Basketbol federasyonu arasında itiş kakış devam ediyor. -dikkat 70 gün kaldı.- (Abdi İpekçi, aşağıdaki şekilde dizayn edilecek.)




Basketbol federasyonu adına, Doğan Hakyemez bağlandı ntv'ye: "Abdi ipekçi'de yüzme şampiyonasının yapılması mümkün değil. Dolayısıyla bu organizasyonu yetiştirmeleri imkansız" dedi. Sonra 2010 dünya şampiyonası için gereken salonların yapımının sürdüğünü, onların ucu ucuna yetişeceğini söyledi.


Peki 2010 basketbol dünya şapmpiyonasının Türkiye'de yapılacağı 2004'de belli oldu. -Dikkat 5 yıl önce- Şampiyonanın yapılacağı 4 şehirden biri olan Antalya'da organizasyon için yeterli çalışma yapılmadığından bu şehir organizasyondan çıkarılarak Kayseri iki ay önce organizasyona dahil edildi. -dikkat 6 yıl önce planlaması yapılan organizasyona 1 yıl kala yapılan değişikliğin büyüklüğüne bakar mısın- Dream Team geliyor, Arjantin geliyor, İspanya geliyor, biz adamları hangi şehre yollayacağımıza daha karar veremedik. Salonlarda hazırlık maçı bile oynanmadan, Dünya şampiyonası oynanacak.

Peki bu organizasyonların altından kalkabilir miyiz? Tabii ki :) 2010 Dünya basketbol şampiyonası da iyi kötü yapılır, 70 gün sonra yapılacak avrupa yüzme şampiyonası da. Hatta aynı organizasyon komitesi aynı tembellikle 3 yıl oturur, 2012 Dünya yüzme şampiyonası hazırlıklarını yine son ay tamamlar. 2001'de Avrupa basketbol şampiyonası için hazırlıklar da ucu ucuna yetişmedi mi? 2005'de şampiyonlar ligi finaline 1 hafta kala, yol makinaları stadın çevresinde çalışmıyor muydu? Kıçı kırık Eurovision organizasyonunda bile Abdi İpekçi'yi hazırlamak için son günü beklemedik mi? Peki biraz özele inelim, öğrencilik hayatımız boyunca sınava son gece çalışmadık mı? Dönem projelerini, bütün dönem yatıp, son 3 günde sinir buhranları içinde tembelliğimize küfrederek karalamadık mı? Günü belli işleri, son iki gün fazla mesaiye kalarak götün götün yetiştirmedik mi? Bir haftam daha olsaydı daha iyi olabilirdi demedik mi? Her tecrübeden sonra, bir dahaki sefere daha planlı programlı olacak herşey, son güne bırakmayacağım deyip yine o son gün stresini yaşamadık mı?

Öyle genetik-ırsi gibi açıklama çok basit görünüyor, kültürel-sosyolojik bir durum önermesi de hiçbir zaman kafama yatmamıştır. Hiç mi birşey öğrenmez bu vatandaş, tecrübelerinden di mi? Ancak, bu coğrafya da yaşayan insanların, malum bölgedeki yumurtanın yarattığı baskıyı çok sevdikleri ve bu heyecandan vazgeçemedikleri bir gerçek. İskoç bilim adamları, yumurtanın uyardığı sinirler ile, bu sırada beynin ön korteksinde oluşan baskı sonucu hipotalamustan salgılanan hormon arasındaki korolasyonu bulsa da memleketimin şu sorununu çözseler.

28 Eylül 2009 Pazartesi

Bir Kulturu Temsil Edememek

Platini'nin meshur sozudur: "Bir futbol takimi bir varolus seklini, bir kulturu temsil eder." Garibim, herhalde Turkiye'den hic haberdar degildi bu lafi ettiginde. Gerci Turkiye ozelinde yapilmis benzer bir tahlil de hatirliyorum Kurthan Fisek'ten: "Galatasaray aristokrasiyi, Fenerbahce burjuvaziyi Besiktas da proleteryayi temsil eder." Sozun sarf edildigi 80'ler icin haklilik payi bulunabilir belki ama, bugun icin, Carsi grubunun tum zorlayis ve kendilerine kimlik devsirme cabalarini da hesaba katmakla birlikte, guduk kalacak bir onerme. Maalesef Turkiye'de hicbir futbol takimi herhangi bir varolus seklini ve kulturunu temsil etmiyor, edemiyor. Bunu, ister on milyonlari bulan taraftar yogunlugunun kacinilmaz heterojenligine baglayin, ister Turk futbol kamuoyunun sozde apolitik durusuyla aciklayin.

Gecen ayki Adana Demirspor-Livorno maci, solcu-sol egilimli-sol gorunumlu-solcuyum ayaklarindaki ergen kisveli taraftar grubu icinde buyuk yanki yaratmisti. Asilan Che pankartlari, israrli Lucarelli tezahuratlari, hep bir agizdan soylenen Ciao Bella'lar; Ankara Yuksel Caddesi'nde ya da herhangi bir buyuk sehrin muhtelif sokaklarinda, 15-25 yas arasi kimlik buhranindaki genc kizlar ve erkeklerin, defterlerinin arasinda saklamak ya da odalarinin duvarlarina, yanlarina muhakkak ilistirilecek birkac Kizilderili ereni resmiyle beraber asilacak Deniz Gezmis, Yusuf Aslan, Huseyin Inan, Nazim Hikmet posterleri ve kartpostallari derinsizliginden ote degildi benim nazarimda. Niyetin iyiligi kotulugu mevzubahis degil. Hatta bu denli buyuk bir kitlenin ucundan kiyisindan bu tur degerler hakkinda kirinti da olsa bilgi sahibi olmasi guzel. Ama derinlik, o bilginin kendisinde degil, o bilgiyle ne yapilacaginda, o bilginin neye donustureleceginde degil midir?

Konuyu daha fazla dallandirip budaklandirmadan mevzuya geleyim: Diyarbakirspor, bu ulkenin hemen her stadinda ayni gerzekce,"Kahrolsun PKK" tezahuratiyla karsilaniyor yillardir. Buna, o cok solcu gecinen, Barcelona'nin irkciliga maruz kalmis siyahi futbolcularina sempatilerini ifade etmekten cekinmeyen Carsi Grubu'nun hukum surdugu Inonu Stadi da dahil! Bunun son ornegi cumartesi aksami Bursa Ataturk Stadi'nda yasandi. Diyarbakirspor'un deplasmanlarda boyle karsilanmasi artik o denli kaniksanmis ki, neredeyse bu kotu muamele haber nitelegini kaybedecek. Zaten haber olan tezahuratlarin kendisi olamiyor. Ancak yabanci maddeler atilir, yoneticiler arasi munakasa seviyesine cikacak kadar olaylar gelisirse Diyarbakirspor'un maruz kaldigi hareketler kamuoyuyla paylasilabiliyor.

Isin traji-komik olan tarafi su ki, Diyarbakirspor boyle bir muameleyi kelimenin iki anlamiyla da hak etmiyor! Birincisi, malum, Diyarbakirspor'u ve dahi tum Kurtleri terorist bir orgut ile esdeger kilmanin kendisi anlamsiz. Ikincisi ve bence daha onemlisi, Diyarbakirspor hangi Kurt kimligini ve kulturunu sahipleniyor ki bu tarz bir kabul buluyor?

Su an Diyarbakirspor kadrosunda bolge dogumlu iki oyuncu var - eger Irakli Basim Abbas'i saymazsak-, ki bir tanesi benim de oyununu cok begendigim Baris Atas. Kulup, yalnizca bugun degil daha oncesinde de nev-i sahsina munhasir bir kulup kimligi ve kadrosu olusturmak konusunda gonulsuzdu. Diyarbakirspor'dan bir Athletic de Bilbao yaratilamaz miydi; galiba kimsenin, ne Diyarbakirspor cevresinde toplanmis rantcilarin ne de apolitik oldugu iddia edilen ama dibine kadar Turkiye muhafazakar-mutedeyyin-milliyetci vasati tarafindan domine edilen Turk futbol kamuoyunun isine gelirdi. Bu nedenle, Diyarbakirspor, 2001 yilinda, derin-gorunur resmi ideoloji ve devletin kollari altina girip, turlu saibeler ve ahlaksizliklarla Turkiye Super Ligi'ne cikarak, olmayan degerlerini de bir daha geri donusu mumkun kilmazcasina yikti gecti.

Bakmayin Diyarbakirspor-Fenerbahce macinda cikan olaylarin kamuoyuna siyasi bir icerik altinda sunulmaya calisilmasina. Nasil ki Diyarbakirspor bir rant kulturunun esiriyse, olaylari cikaran taraftarlar da baska ve daha kucuk capta bir rant kulturunun esiri. Keske hakikaten de siyasi ve ideolojik bir boyutu olabilseydi.

Stadyumlara toplanan yiginlar devrime ikna olunabilseydi bu ulkede devrimin gerceklestirilmis olacagi hep soylenegelir durur. Ne ki, stadyumdakiler de Turkiye'nin aynasi ve aynisi iste. Futboldan ve stadyumlardan, Turkiye'nin hayri icin bir seylerin gelmesi, maalesef hala Kaf Dagi'nin otesinde.



26 Eylül 2009 Cumartesi

Tarihin arkası kaşınıyormuş, kaşı bakalım...

4-5 post aşağıda Osman Ertuğrul'un ölümü ile ilgili girdiğim postta Murat Bardakçı'nın şu sıra yapacağı ajitasyonla ilgilenmediğimi yazmıştım. İtiraf ediyorum, ilgilendim, hatta şu an karşımda, tv'de kaşıyor Allah kaşıyor tarihin sırtını. II. Abdülhamit'in bilmem kaçıncı kuşak torunu Orhan Osmanoğlu ve onun oğlu Yavuz Selim Osmanoğlu'nu karşısına almış "bu memleket sizin aslında, çok ayıp ettik biz size" kıvamında söylemlerle epey puan topladı. En komik kısım ise, adamlara tarih soruları sorup, cevapları kendisinin vermesi. Birisi dürtüp de, karşısındakilerin tarihçi olmadığını, onların karşısında kendisini ispatlamaya çalışmasının anlamsızlığını söylese keşke diyeceğim ama öyle bir olasılık yok malesef. Madem bu insanları televizyona çıkmaya ikna etmişsin, sorsana hanedan soyundan gelenlerin günlük hallerini. Ortaokulda, lisede tarih derslerinde Osmanlılardan bahsedilirken neler hissettiklerini sor mesela. Osmanlı tarihini öğrenmek için kimlerin kitaplarını okuduklarını sor. Bir sürü enteresan, belki magazinel soru sorabilecekken, "şimdi sen bilmezsin, senin deden III. Selim musikişinastı, dur ben sana ondan bişeyler çalayım" deme, onu haftaya yaparsın. Öff sıkıldım yazmaktan, böyle işte.

P.S. Çocuğa büyük dedesinin adını vermişler, Yavuz Selim. Yuh, dedeye bak :D

25 Eylül 2009 Cuma

Kardelen Mahsun

Toz bezi'nin zamanla olan cimri iliskisi bende olmadigindan iki saatimi Mahsun'a sarf etmistim. Zaten bu iki saatleri, ucleri besleri yedileri kirklari su fani hayatimda kimler, neler icin har vurup harman savurdugumun BBG Eray tadinda cetelesini tutsam, cikar bizim binanin catisina, kendimi asagi birakirim beyhude gecen omrum gozlerimin onunde. Neyse. Filme doneyim.

Filmin bir yerlerinde bir berfin (kardelen) hikayesi geciyordu. Bu gunese asik ama, ah min el-ask, gunes yuzunden olen cicegin ne denli cesur oldugundan dem vurulurak. Filmin adindan Mahsun Kirmizigul'un olasi iddialari ve belli basli metaforlari uzerine spekulasyon yapilabilir: 1) Mahsun bir berfindir. 2) Turkiye bir gunestir. 3) Mahsun Turkiye'ye asiktir. 4)Lakin Turkiye'nin kuru kuru bir asigi degildir. Gordugu bozukluklari beyazperdeye tasiyarak milyonlari bu mevzulardan haberdar edecek ve bu sebeple "devlet"i ve "ulke"siyle papaz olmayi goze alabilecek kadar cesurdur. Bunlara bir besinci olarak da su eklenebilir: "Gunesi gordum" diyebilmesinin de gosterdigi uzere bu kardelen olmemis, bilakis korunmus, kollanmis, ihya edilmistir!
Mahsun Kirmizigul'un, bu filmi 90'larin sonunda degil de 2008'de yapabilmesi, cesareti uzerine zaten epey bir fikir veriyor de asil bende merak uyandiran soru su: Bu filmin neresi cesur? Bu film, Hurriyet vb gazeteler ve bilumum kanaat yonlendiricisinin mesajlarindan gayri nasil bir mesaj veriyor? Genel olarak sanat eserleri ve ozel olarak filmler mesaj iletmeli mi tartismasina girmek istemedigim gibi mesajlarin ortuk iletilmesi ile kor goze parmak iletilmesi arasinda estetik farklar var midir, varsa nelerdir ve ne derece onemlidir gibi tali alanlar da derdim degil su an. Cunku film bastan asaga mesaj oldugu icin, mesajlarin nasil kullanildigindan ziyade mesajlarin kendisinin ne olduguyla ilgilenmek daha manali geliyor bana.

Toz bezi, Mahsun'un "Alem Buysa Kral Cimbom"la cikisini yaptigini soyluyor. Dogrudur ama o sarkiyla birlikte "Hepimiz Kardesiz"e de selam durmak gerekir. Iste film, "Hepimiz Kardesiz" sarkisinin uzun metrajli klibi gibi: Silahlar sussa, kardesler birbirini oldurmese, analarin gozyaslari dinse kabilinden temenniler pesi sira diziliyor. Meseleyi, reelpolitigin cirkin hesaplariyla bezemeden boylesi insancil bir nokta uzerinden kavramak gayet hos hos olmasina da, hepsi bu mu yahu? Guneydogu'da yasanmislar ve yasananlar uzerine malumatimiz cok sarih degil. Ama yakilan koyler, acilmis olum kuyulari, faili mechuller, halki korkutmak icin attirilan bombalar, ateslenen fuzeler yeni yeni gundeme geliyor. Bu yeni gundemin bir yan urunu olarak degerlendirebildigim filmde ise katiyetle boyle bir devlet teroru noktasina parmak basilmiyor. Bilakis devlet iyi, hos; devlet dost ve kardes. Koyu bosaltmalarini istiyor sakinlerinden ama bir sor, neden diye? Degil mi?

Simdi o nedenle bu "yumusak" film, Turkiye panoramasi sundugu ve bu sundugu resim, iktidarin ya da genel kamuoyunun nabzina layik bir serbet oldugu icin, filmin ve yonetmenin elinden bir "invisible hand" tutuyor goturuyor. O nedenle oscar aday adayi olmasi hicbir sekilde beni sasirtmadigi gibi, oscari aldigi gun de sasirmayacagim. Ama kabul konusmasinda, odulunu yalniz ve guzel ulkesine degil; "birbirimize en cok ihtiyac duydugumuz su gunlerde, aramiza nifak tohumlari atmaya calisan tum dis ve ic mihraklara inat, birbirine kenetlenmis, Laziyla, Kurduyle, Cerkeziyle, Abhaziyla hep bir olmus yuce Turk milleti"ne adayacagini gorunce televizyonu kapatacagim


24 Eylül 2009 Perşembe

Mahsun bizi diskoya götür


Mahsun Kırmızıgül'ün ikinci filmi "Güneşi gördüm" Türkiye'nin oscar aday adayı olmuş. Hayırlı uğurlu olsun. Filmi izlemedim, izlemeyeceğim. Nedeni basit; ilk filmi, Beyaz Melek'i izledim. Filmin tek olumlu tarafı artık ömrünün sonbaharındaki emektar tiyatroculara son demlerinde üç beş kuruş kazandırmış olmasıydı. 10 üzerinden 1,5'tan 2 alır "Beyaz Melek" benden. Şu durumda kimse 2 saatimi daha Mahsun Kırmızıgül için harcamamı beklemesin. Adam iki sene içinde Haneke olmadı herhalde. Ahanda buradan tüm samimiyetimle duyuruyorum; bu adam bu filmle Oscar alsın, ben de kendimi Türk ve Dünya sinemasındaki çöküşe dikkat çekmek amacıyla emek sineması önünde yakarım. Eğer bu yolda ölürsem vasiyetimdir; Mahsun sinemayı bırakıp edebiyata sarsın kendisini yürekten seven halkını mahçup etmeyip bir nobel de oradan çaksın.
P.S. Mahsun Kırmızıgül'ü, hatırlanacağı üzere GS'nin Manchester'ı eleyerek şampiyonlar ligine katıldığı sene "Alem buysa kral cimbom" şarkısı (adaptasyonu) ile tanıdık. Bu arkadaşı memleketin başına saran GS camiasını esefle kınıyorum. Bir de Mustafa Sandal patlamıştı aynı yıl, benzer şekilde "bu kız beni görmeli" şarkısını cimboma uyarlayarak. Ulan cimbom sırf zararsın ha...

Müteveffa Osman Ertuğrul Efendi


Devrik hanedanın en yaşlı üyesi, II. Abdülhamit'in torunu Osman Ertuğrul 97 yaşında vefat etti. Bu vesileyle devrik hanedanın çektiği yoksullukları anlatarak ajistasyon yapmak ve mevzuyu enteresan bir şekilde "Osmanlı mirasına sahip çıkmıyoruz" klişesine bağlamak Murat Bardakçı'nın, "ben zaten bunun dedesini de sevmezdim, yaşasın cumhuriyet" temalı yazılar da ulusalcı kalemlerin işi. Yurdum insanlarının da bu iki farklı çizgide saf tutarak cemaat oluşturması garip değil tabii ki. "Bu mülkün gerçek sahipleri"ne yapılan vefasızlıktan hicap duyanlar ve aradan geçen 80 yıla rağmen hilafetçilerin hortlamasından korkan paranoyakların oluşturduğu bir memlekette geçmişi yeniden kurmaya çalışan, buna kafa yoran Tedirgine gibi garibanların işi haliyle zor :)
Ancak hanedana yaklaşımlarını en çok merak ettiğim kesim de yine âkil ve alim tarihçi gürûhu. Kendimi tabii ki şu noktada kıçı kırık master sahibi olarak , bir tarihçi olarak görmüyorum. Bahsettiğim insanlar, ömürlerini Osmanlı tarihine vermiş, yıllarca arşiv tozu yutmuş, bu işi de "modern" tarihyazımı sınırları içinde yapmaya çalışmış garibanlar. Ömürlerini verdikleri, haklarında yazılmış yüzlerce makale, kitap okudukları hanedana herhangi bir sevgi/nefret duymayan bu mesleğin erbabları acaba karşılarında hanedana mensup birini görseler -ki II. Abdülhamit'in torunu gayet uygun bir örneklem- ne hissederler? Otopsisini yaptığı kadavranın evladıyla tanışan doktordan farklı bir ruh hali olsa gerek bu. Muhtemelen heyecanlanırlar ama bu heyecanın sebebi ne ola ki?

18 Eylül 2009 Cuma

Karşı devrim; Teknolojik devrim...


İran'da bugün Ramazan'ın son cuması olması dolayısıyla Kudüs yürüyüşü yapıldı. Reformcuların da yollara dökülmesiyle, olaylar çıktı. Kıçımızın dibindeki İran'da seçimlerden beri süren hareketlenmenin Türk medyasında hiç yer almamasını veya "İran'da neler oluyor"un tartışmasını yapmayacağım tabii ki blogda. Bir alt postta tedirgine'nin yazısını okuyunca ben de benzer bir teknolojik zıplamanın medyadaki yansımasını paylaşşmak istedim.

CNN'nin sitesine bir göz atarken gördüm yukarıdaki İranla ilgili haberi. Haberin yan tarafında da İ-report diye bir link var, tıkladığınızda şu yazı çıkıyor karşınıza:

"Are you in Iran? Send us your photos and videos of the scene around you. Please note that CNN may provide anonymity in cases where naming an iReporter may prove dangerous, so long as contact information is available. Please be careful not to identify yourself through the images you post on iReport.com. And as always, we ask that you do not expose yourself to a risky or potentially dangerous situation."

Demem o ki, eğer İran'da daha büyük dalgalanmalar olacaksa, teknolojik imkanlar sayesinde bu çok daha kolay olacak.

Gutenberg'den Kitap Otomatina



Insanlik tarihindeki en onemli iki bulusun, once yazinin binlerce yil sonra da hareketli matbaanin bulunmasi oldugunu dusunenlerdenim. Ekmegimizi kalem isciligiyle kazandigimiz ve kazanacagimiz icin degil yaziyi ve kitabi bu denli buyuk hurmetle anisim. "Dil"in, o dili aktaracak yollarin ve nihayetinde "kultur"un ["ah ne kulturlu cocuk" manasindaki kultur degil, insanlikla bir nevi esanlamli olan kultur olarak] olmadigi bir dunya, dunya olabilir miydi retorik sorusu uzerinde dusununce; iste insan o zaman edebiyatin, tarihin, felsefenin hayatiyetini yeniden kesfediyor, ben deyim 20 siz deyin 50 bin yillik tum insanlik tarihin takribi son iki yuz yillik diliminin bir urunu olan "muhendislik" tiranligina inat!

Yeni bir devir aciliyor demeyecegim elbette insanlik tarihinde, ama son derece orijinal sonuclara imza atabilecek bir gelisme dun itibariyle yururluge girdi. Milyonlarca kitabi dijital platforma aktarmakla mesgul olan Google, birkac sene once bir kitap otomati yapmayi basaran "On Demand Books" [Talep Uzerine Kitap] sirketi ile anlasarak, isteyenlerin dijital olan kitaplari birkac dakika icinde basili olarak almasina olanak saglayacak yolu acti. Makinenin denemeleri gayet parlak: 300 sayfalik bir kitabi bes dakikadan daha kisa bir surede hazirlayabiliyor. Asagidaki videoda makinenin calisma prensipleri anlatiliyor.

Makinenin bende bunca heyecan uyandirmasi, yazilari, bilgisayar teknolojisine emanet etmektense elle tutulur, fiziksel objeler olarak muhafazaya tesne olusum kadar, bu yeni teknolojinin Gutenberg'den onceki kitap dunyasinda hayli yeri olan standart disi karistirmalara, kolajlara, belirsizliklere gebe olusundan. El yazmasi dunyasinda cilt masrafindan kacmak icin bir araya getirilmis alakasiz eserlerden murekkep kitap derlemeleri bu teknolojiyle yeniden mumkun olabilir. Ve kitaplardan pasajlar alip toplayarak yepyeni ve kisisel kitaplar yapilabilir. Bunun, yalnizca kitapcilik sektoru icin degil edebiyatin kendisi icin de cok ilham verici neticeleri olacagini dusunuyorum nedense. Bakalim, zaman neler gosterecek.

17 Eylül 2009 Perşembe

Vizyon da ne ola ki?




Daum: "Bu sezon Fenerbahçe'nin ilk ve en önemli hedefi Türkiye’de şampiyonluktur. İkinci hedef de Avrupa’da gidebildiğimiz kadar gitmek. UEFA Avrupa Ligi’nde gruplar belirlendi. İyi bir grup ama bu grubu geçmemiz lazım. En önemlisi, Turkcell Süper Ligi’nde şampiyonluk”



Rijkaard: "Galatasaray'ın başka bir alternatifi yoktur. İkincilik, bizim için başarısızlıktır. Lig şampiyonluğu da bizim için bir amaç değil, araçtır. Esas hedefimiz Avrupa'da kupa almaktır"

Biz buna vizyon farkı diyoruz. Eğer hocan basın toplantısında "bu maçlar bizim için angaryadır" derse, sen de o maçı angarya olarak görürsün. Sahada yürürsen de Hollanda'nın kasaba takımı gelir seni sahanda yener. Avrupa'da kupa almak istiyorsan, 1. torbadan gelen rakibi gider deplasmanda yenersin. Fener şanssız goller yemiş, GS ucuz goller atmış. Eğer karşıma geçip bu lafı eden olursa, dayağı yer. Fener gruptan çıkar mı, eğer eşek değilse bir şekilde çıkar. Ha sonra ne olur, cacık olmaz.


Vizyon demişken, İsmail Köybaşı'nın futbol bilgisi de beni benden aldı. "Bizim tek ihtiyacımız gol, o da gelince herşey değişecek." Çok doğru tespit, buradan tebrik ediyorum kendisini.

D-Smart Cok Smart

Turkiye'de markalarin bilinilirligi uzerine kafa yorar durur nedense iletisimciler, reklamcilar. Halbuki bilinilirlikten daha onemlisi, ey ahali, "merhumu nasil bilirdiniz?" degil mi ki? D-Smart'in ya da daha dogrusu Dogan Dijital Yayincilik midir, artik her ne karin agrisiysa iste o sirketin, yillardir yaptigi is ahlaksizliklari, izleyiciyi alenen aptal yerine koyma ve hayati ona zehretme gibi buyuk gunahlari sonunda yok olup gitmesini can-i gonulden diliyorum. Bu dilege en az bes on milyon insanin hic duraksamadan katilacagini tahmin ediyorum. Soyle bir iletisim ogrencisi cikip Turkiye'nin kisa markalar tarihi uzerine bir arastirma yapsa, mumkunati yok ki D-Smart'tan daha lanetle anilan baska bir markayi bulsun. Digiturk gibi baska tur alicengiz oyunlarinin pesinde kosmaktan hic yorulmayan bir firma bile D-Smart yuzunden melaike gibi kaliyor.

D-Smart disinda, Panathinaikos-Galatasaray macina dair soylenebilecek galiba yegane sey Galatasaray'in, sonuc almasini her halukarda bilen can sikici bir Avrupa takimina donusuyor olusu. Bugun dogruyu soylemek gerekirse parlak bir performans gostermedi Galatasaray, ne kolektif duzeyde ne de bireysel bazda. Savunmada Servet'in olmayisi, topla cikarken buyuk sikintilar yasatti - ki bu biraz tuhaf gelecek Servet'in topla yetenekleri goz onune alindiginda. Ama Servet'in ileri dogru delismen driplingleri Galatasaray'in topla cikislarinin onemli bir parcasi -. Onun ustune bir de Emre Gungor'un sakatligi eklenince defans kurgusu hepten bozuldu. Acikcasi Rijkaard'in Caner yerine Ugur tercihini garipsedim. Zaten girdigi andan oyunun son saniyesine kadar Ugur, sol tarafta, galiba alismamislik ve yon duygusunu kaybedis gibi nedenlerle surekli zamanlama hatali cikislar yapip durdu. Hucuma da pek destegi olmadi. Zaten bugunku macta Keita ve Sabri disinda oyunu iki yonuyle de oynamaya caba sarf eden oyuncu yoktu. Mustafa Sarp ile Mehmet Topal ne kadar gayretli ve caliskan oyuncular olsalar da Galatasaray'in oyun olarak bir ust kademeye cikabilmesi icin hucuma olan destekleri ve becerilerini artirmak zorundalar. Linderoth'un sakatligina da zaten en cok bu nedenle uzuluyorum. Ben Galatasaray yonetiminin yerinde olsam ara transfer doneminde Sercan ya da bir baska forvet oyuncusunun pesinde kosacagima tum konsantrasyonumu Nuri Sahin'in uzerinde yogunlastiririm. Teknik becerisi, oyunun yonunu hizli bir sekilde degistirebilmesi, savunma sezgisi, Avrupa kupalarinda oynayabilme durumu ve en onemlisi sol ayakli olusuyla Galatasaray'in bana kalirsa en cok ihtiyac duydugu oyuncu o.


Galatasaray'in karsisina ciddi bir rakip gelmesini aylardir bekleyip de oynanmis her maci bir sonrakinin umidiyle gecistirenler, herhalde bu Besiktas ve Panathinaikos maclarindan, hele de Galatasaray bu iki maci iyi oynamayarak gule oynaya kazandiktan sonra bu oyuna bir son vermeye karar vermislerdir. Ama yine de belli olmaz. Pazartesi aksami, Recep Tayyip Erdogan Stadi'nda Galatasaray'a ve onun ciddi bir rakiple oynamasini bekleyenlere gercek bir deneyim yasatmaya hazirlaniyordur belki de Yilmaz Vural, kimbilir.


Avrupa Ligi ilk golü


Genel kullanılan ifadeyle Genoa'dan, bana göre ise Cenova'dan...

16 Eylül 2009 Çarşamba

Eto'o vs Zlatan


Eto'o, Zlatan'ın kafaya vururken aklından ne geçirdi acaba: "Bu adam benden 40 milyon euro daha değerli" Asıl o değil de, bu sene Barcelona'nın goal sonrası sevinç sahneleri çok komik gelmiyor mu size de? 1,92'lik Zlatan'ın çevresinde, ondan 25 cm kısa Messi, İniesta, Xavi. Pamuk prenses ve 7 cüceler gibi oluyorlar. O burunla pamuk prenses olması biraz zor gerçi zlatan'ın.

Bu oyun zor mu kolay mı?


UEFA avrupa ligi -ön elemeleri saymazsak- bugün başlıyor. Maçları yayınlayacak olan D-smart'ın reklam filmleri de reklam kuşaklarının demirbaşlarından oldu. Reklamda, Yetkin Dikinciler tok sesiyle "Bu oyunda kolay olan bazen zordur" diyor, o sırada Guiza'nın bu seneki bir ön eleme maçında kaleciyi geçtikten sonra topu boş kaleye yuvarlamak yerine direğe nişanlamasını gösteriyor; akabinde "zor olan ise bazen kolay..." sözüne mukabil ekrana gelen görüntü Kewell'in geçen yıl Bordeux'ya ceza sahası dışından attığı muhteşem gol. Şimdi bu görüntüler oyunun kolay ve ya zor olduğunu mu gösterir; yoksa Guiza'nın beceriksiz, Kewell'ın yetenekli olduğunu mu? İyi oyuncu için oyun kolaydır, beceriksiz olan için ise zor...

Gemiler Kalkarken

Yaslaniyor oldugumuzun en itiraz edilemez kaniti, hafizanin en korunakli kisimlarindaki sahne ve seslerin sahibi insanlarin birer birer gemiler kaldirmasi galiba bu alemden. Patrick Swayze'nin vefat haberinden sonra bugun de Orhan Atasoy'un vefat haberi geldi.

1994 Subat'inda, yeni tasindigimiz mustakil evin cati katindaki kucuk odada, 37 ekran televizyonda MTV izlemek gibi kisa sureli bir zevk gelistirmistim. Mutat sikilganliklarimdan degildi zevkin kisa surmesi. MTV karasal yayinda cok kisa bir sure icin hizmet vermis, hemen sonra da kesilmisti. Yine de bu kisa surede, Aerosmith'in Crazy'sinin ve ondan da onemlisi Take That'in Babe'inin bende muthis bir tesir biraktigini, su yasimda bile hala zaman zaman, grupta geri planda kalmis Robbie Williams tavrinda "Babe, babe!I'm here again..." deyisimden biliyorum. Cocuklugumun o soguk kis gecelerinden - cati kati cidden soguktu - biri daha var aklimdan hic cikmayan ve cikmayacak olan: Bendeniz'in ne akla hizmet MTV'de yayimlandigi belli olmayan ama bu sayede MTV'de klibi gosterilen ilk Turk sarkicisi payesini kazandigi `"Ya Sen Ya Hic" sarkisi ve hemen ardindan aniden patlayan ve o zamana dek varligindan habersiz oldugum "Gemiler" klibi.

Ne o klip ne de Orhan Atasoy'un o tekinsiz ses rengi cikti zihnimden bir daha. Teoman Gemiler'i soyledigi zaman onun icin uzulmustum; hayir kotu soylediginden degildi. Bilakis fena da soylememisti. Ama o sarkiyi ilkin Orhan Atasoy'dan dinlemis olan ve arkadaki o nahos melodinin, o melodiye eslik eden esrik sesin muptelalari icin beyhude bir girisimdi. Ustune ustluk ona taa Aral Golu'ne giderek bir klip bile cekti Teoman. Umur Turagay'in zamaninin fersah fersah otesinde olan Almodovaresk klibini bile bile ustelik. Tuhaf bir kendine guven!

Bu yilin baslarinda Orhan Atasoy'un, icinde Gemiler sarkisi da olan tek albumu birkac ilave sarkiyla beraber yeniden yayimlanmis. Hatta yine sahane bir klip bile cekmisler Yorgunum adli sarkiya. Olumlerin tek tesellisi, bastan ya da yeniden olsa da kesfetmekte degil mi zaten?




15 Eylül 2009 Salı

Biri bizi kurtarsın



Beşiktaş en azından 1 puanlık oyun oynadı ama karşındaki Manchester olunca biraz da şansa ihtiyacın var. Maça gelince sıkıcı, bayık bir maç oldu özetle. Halihazırda sıkıcı olan maçı izlenemez duruma getiren de Emre Tilev'di. Allahım ne saçmaladı öyle yaa... Buradan Ntv spor'u esefle kınıyorum. Maç anlatabilen bütün arkadaşları aynı kanala toplamak, vatandaşa eziyettir. Ben artık, Emre Tilev'in, Ertem Şener'in, İlker Yasin'in anlatımıyla maç izlemek istemiyorum. Ya elinizdekileri çıkarın ya da yeni maç spikerleri yetiştirip diğer kanallara yollayın. Eurosport Türkiye'nin de maç spikerleri gayet kültürlü ve başarılı (Caner Eler için ayrı post açmak gerek, burada geçiştirmeyelim) ama bu arkadaşları zaten kanalların (ntv spor dışında tabii ki) yerlerde sürünen spor servislerinin bünyesi kabul etmez, kusar. İş lafa geldi mi futbol ülkesiyiz diye ortalıkta dolaşıyoruz ,eldeki düzgün spikerlerin sayısı üçü beşi geçmiyor. Bitsin artık bu işkence.

14 Eylül 2009 Pazartesi

Altıntaş Biraderler

Galatasaray'a UEFA şampiyonluğu getiren futbolcu neslinden nedense daha cok sevmişimdir bir önceki altın jenerasyonu. Gözümü ilk futbola açışımda karşımda onları görmüş olmamdandır muhakkak. Ama ondan da önemlisi belki; efendiliklerinden, fedakarlıklarından, Galatasaray ruhunun -ki şayet varsa böyle bir şey- tecessümü olmalarından, hulasa iyi insanlıklarından. 1996-2000 jenerasyonunun bitmek bilmeyen falsolarını, kişisel hırs ve ihtiraslarını, bir türlü dinmeyen onore edilme iştiyaklarını görünce, 80'lerin sonu 90'ların başındaki o "ağır abi"ler, o "futbol emekcileri", o tekmeye kafa sokan Rambolar daha da bir değerli oluyor nazarımda.

Bunlardan ikisine nedense çocukluğumdan beri tarifi güç bir sempati besliyorum. Esasında yolu Galatasaray'a düşüp de burada çok büyük izler bırakmamış kimi futbolcular benim bu sempatimden nasiplerini her daim almıştır. Bu, herkesin beğendiginin dışında bir şeyleri beğenerek kendine aykırı bir kimlik sağlama dürtüsüyle şekillenmiş zorlama bir sempati değil. Bilakis, daha cok insanın, mesela Mondragon'u, Perez'i değil de Andres Jose Fleurquin'i ya da Hasan Sas, Arif Erdem gibilerinin terörü altında iyice içine kapandığı her fotoğraf karesinden belli olan Fabio Pinto'yu sevmesini arzulayan bir sempati. Neyse, konuyu bölmeyeyim. Sözünü ettiğim ikili Altıntaş kardeşler. Pek tabii kardeş olmadıklarını biliyorum, ama kardeş olsalar da yeriymiş hani: abi rolünde ağır, cefakar, fedakar Yusuf Altıntaş; ve kardeş rolünde tezcanlı, delişmen, ama her dem güvenilir Muhammet Rıza Altıntaş.



Bir sevgi ifadesi olan "taşağını yerim senin" kalıbını babam da mesela en cok bu ikili için - araya kimi zaman Uğur Tütüneker'i de katarak - sarf ederdi. Hakikaten de `taşaklı` adamlardı: zor alt edilir, zor pes eder, sonuna kadar savaşır, yıldız oyunculara hizmet vermekten bir an olsun gocunmazlardı. Yusuf'un, gol rekorunu kırması icin Tanju'ya bıraktığı topu kim unutabilir?

Yusuf, Sensible Soccer'a sarışın bir defans oyuncusu olarak gecmişse de hafızamda cok yönlü bir oyuncu olarak kayıtlı. Defansın her mevkiisinde oynayabildiği gibi, proto-ön libero ya da günümüz tabiriyle defansif orta saha olarak da oynamışlığı çoktur. Bir gazetede çıkmış büyük boy fotoğrafını anımsıyorum da. Vücudunun her bir bölgesine ok çıkarılmış, nasıl sakatlandığı, nereden ameliyat edildiği, onun biyonikliği de haliyle vurgulanmak suretiyle, tek tek not düşülmüş. Bir kulak deliğinin arkası kalmış anlayacağımız. Ama bunlara rağmen Yusuf hep sahada oldu, hep sahada kaldı.

Muhammet'inse bendeki yeri daha bir başkadır. Aralık 92'de kaza yaptığında ağlayacak kadar üzülmüş, sonraki iki sene iyileşeceği, futbola döneceği haberlerini heyecanla beklemiştim. Kah düz koşulara başlıyor, kah takımla antrenmanlara katılıyordu; ama olmadı, dönemedi ya da döndürmediler. Bir yerlerde, kaza sonrasında hakkında oluşan ve bir türlü silip atamadığı olumsuz yargılar - ki kekeleyerek konuşuşunu hatırlıyorum - yüzünden, ABD'deki doktorundan aldığı "oynar" raporlarına karşın nasıl kimselerin kendisine ve sakat olmadığına inanmadığını anlatıyordu.

Simdi bu Altıntaş biraderlerin nerelerde ne yapmakta oldukları kimselerin malumu olmadığı gibi, benim de malumum değil maalesef. Lakin şurası açık ki, özel ve devlet kanallarıyla gazete köşelerinde yer kapıp mütemadiyen Galatasaray'ın kendilerine yaptığı haksızlıkları iki laflarının arasına sıkıştıran 90 nesli çocuklarının kahramanlarından daha azını kesinlikle hak etmiyorlar. Ama işte bu ülkede "sessiz faziletlerin heykeli" maalesef ki dikilmiyor.





13 Eylül 2009 Pazar

Toz Bezi 7 Eylül Stadından Bildiriyor...

7 eylül stadı neresi diyenler için; Turgutluspor'un (2. Lig 2. grup) maçlarını oynadığı ve ismini tahmin edildiği üzere ilçenin düşman işgalinden kurtulduğu tarihten alan takribi 4000 kişilik bir stad. Ortaokuldan beri Turgutluspor'un maçına gitmemiştim. Kasabama kesin dönüş yapınca, takım ne alemde bir görmek gerekti tabi :) Yok be sıkıntıdan gittim maça. Takım geçen hafta Göztepe deplasmanından puanla dönünce, rakip de İstanbulspor olunca değişiklik olacağını düşündüm ve hakkaten süper maç oldu.






Maç biletleri ; Açık 2,5 lira, kapalı 5. Kapalıdan aldım biletimi :) Ramazan ayı olmasına, havanın da kapalı olmasına rağmen açlıktan, yağmurdan korkmayan yaklaşık 2000-2500 kişi doldurmuştu stadı. Ben 15-20 dakika geç kaldım gerçi, maça girdiğimde bizimkiler 1-0 öndeydi ama yaklaşık 30-40 kişilik bir taraftar grubu "Yönetim istifa", "Bu takım bizim" sloganları atıyordu. Güzel manzaralı bir yere oturur oturmaz, yurdum insanı aydınlattı beni sağolsun. Bu genç irisi arkadaşlar maçlara önceki yıllarda bedava girerken, bu sene kulüp bedava bilet vermemiş, o yüzden protesto ediyorlarmış. Hayır 2,5 liralık biletin bile rantı dönüyor memlekette. Kadrodan bir futbolcuyu gözüm ısırdı, tribün milletinin insanlarına açtım ortayı: "Kaptan Koray mı ya, hala oynuyor mu?" dedim. Ben ilkokuldaydım Koray takımdaydı, sonrasında epeyce dolandı. "Kaptan'ın yaşına bakma, 40 yaşında ama canavar gibi oynuyor" diye cevap geldi anında. O zamanlar genç yetenekti, 1. ligde oynar diyorlardı ama kendini harcayanlar cemaatine dahil oldu. Ancak bu yaşına rağmen takımda en iyi top yapan oyuncu oydu, Yusuf'un ikinci lig versiyonu yani. ( Sol başta ayaktaki futbolcu) Rakip takımda da duran topları kullanan, takımı yöneten yaşlıca bir 5 numara vardı. Bu kim dedim; yine yanıtsız bırakmadı beni tribün cemaati; Erhan Namlı dediler. O da vardır bir 35 tahminim. O sırada Turgutluspor 2. gölü attı, golü atan bizim tribüne koştu. Saçları beyazlamış bir arkadaş ama bu çocuğu da bir yerden tanıyorum ben. O anda çıkaramadım (kalecinin önünde oturan) sonra hoparlör bağırdı, takımımızın ikinci golü : Mustafa Kocabey.


Mustafa Kocabey deyince tanımayan çıkar belki, yardımcı olalım ; namı diğer Papin Mustafa. Hakan Şükür'ün GS'ye ilk geldiği yıllarda partneriydi Hakan'ın. Kendisi, Türk futbol tarihinde lakap olarak yabancı bir futbolcunun ismiyle anılan iki futbolcudan biridir. (Diğeri ise tabii ki Şifo Mehmet) Futbolculuğu bende lakabı kadar iz bırakmadı. Hayal meyal bir Roma maçı hatırlarım 90'ların başında. GS kazanmış ama elenmiş, Papin Mustafa iki gol atmıştı. Çok özel goller olmasa da meraklısı için:

http://www.medyaspor.com/v02/Videos.aspx?CategoryID=8&VideoCategory=21&id=240&Page=6

(Yukarıdaki linkten girdiğiniz sitede pekçok eski maçın görüntüsü var, vakti olan izlesin. Bu malzemeyle, maç anlatımındaki değişimden, formaların evrimine farklı konularda spor tarihi üzerine makale yazılır zorlarsan:)

Papin ikinci yarıda da attı bir tane, 3-0'dan sonra bir yan toptan yedik, 3-1 bitti maç. İstanbulsporun yedek kulübesinden, siyahi bir yedek kaleci çıktı. Tribünden, Ali diye bağıranlara el sallayarak soyunma odasına gitti. Bu veteran vatandaş da eski Kamerunlu yeni Türk (pek yeni sayılmaz gerçi) Ali Uyanık, eski adıyla Allum Bucker.

Bunlar dışında, taraftar güzel çalımı, iyi şutu alkışladı, hakemin ters kararına tepki gösterdi. Sanırsın İngiltere'nin alt liglerinde oynanıyor maç. Takım iyi top yaptı, rahat kazandı. Ama veteranları ağarmış saçlarıyla izlemek yine de buruk bir tat bıraktı bende. Daha şu yaşımda yaşlı psikolojisine kapılmamın sebebi, sanırım futbolu takip etmeye küçük yaşta başlamam. Yoksa daha gencim, vallaha gencim.

12 Eylül 2009 Cumartesi

Bir devrin sonu




Milliler, bu turnuvadan önceki üç büyük turnuvanın finalistini (2006 dünya kupası şampiyonu, 2007 Eurobasket ve 2008 Olimypiyat oyunları finalisti) yenerek bir dönemi kapattılar. Kastettiğim İspanyollar değil bizim milli takımımız. Kaldı ki İspanya milli takımı oyununu tutturduğu takdirde finale yürüyebilecek kapasiteye sahip bir takım. Ancak Hidayet'in 2 sayıda kaldığı, Ömer Onan'ın sayı atmadığı maçta takımın kaydettiği 63 sayının, 50'si 4 oyuncudan geldi. Kerem'in hakkını teslim ettikten sonra(11 sayı) diğer üç oyuncuya bakalım; Ersan (15 sayı) 87 doğumlu, Semih Erden (11 sayı) ve Ömer Aşık (13 sayı) ise 86 doğumlu. Önceki maçlarda önemli katkı yapan Oğuz Savaş da bu jenerasyondan ;87 doğumlu. Ender Arslan, Sinan Güler, Engin Atsür gibi (83 -84 doğumlular) yaşıtlarım ise sanırım artık genç yetenek sayılmıyorlar.

Takımın havası, mücadele gücü, kazanma azmi muhteşem. Madalya yolu açık görünüyor ama benim yukarıdaki tablo ile anlatmak istediğim, 2001 finalisti takımımızın bayrağı bu turnuva ile artık yeni jenerasyona teslim ettiği.



12 dev adam'ın kürsüye çıktığı turnuvanın kadrosunda bulunan Ömer Onan o sene 23, Kerem Tunçeri, Hidayet Türkoğlu, Mehmet Okur 22, Kaya Peker 21 yaşındaydı. Takımın abileri ise Orhun Ene ile Harun Erdenay. İşte bu turnuvada kendini ispatlayan, abilerin desteği ise başarıya uzanan, tecrübe kazanan jenerasyon ara sıra çok yalpalasa da 8 yıl boyunca milli takımı taşıdı. Ancak 2009 Avrupa şampiyonası göstermiştir ki 79 doğumlular artık yaşlanmaktadır, gün 86'lıların günüdür. Bu satırları okuyan ve kendini genç sanan 30'luk delikanlılar varsa, geçmiş olsun.
Postu bitirmeden, bir selam da bize basketbolu sevdirenlere çakalım. 93 ve 95 basketbol şampiyonalarına katılan, 96'da Koraç kupasını Türkiye'ye getiren bugünün amcalarına. O dönemin kadrolarına bir göz attım da, sanırım o kadrolar için de 66 jenerasyonu diyebiliriz. 66 doğumlu ;Tamer Oyguç, Levent Topsakal, Ömer Büyükaycan, Serdar Apaydın ve bu saydıklarımdan birkaç yaş küçük Orhun Ene, Harun Erdenay ve Volkan Aydın. Ama illa ki Murat Murathanoğlu anlatacak, İsmet Badem yorumlayacak. İsmet Badem'in sözleriyle "Kalplerimizde basketbol sevgisi " varsa -en azından kendi yaş grubum için konuşabilirim- bu 'amcalar' sayesindedir. Naumoski ve rahmetli McRea de bizden sayılır, onları da unutmayalım.

Sezonun ilk derbisi

Uzun ve sıkıcı bir derbi analizine gireceğimi düşünmüyorsunuz herhalde, sadece derbiyi izlerken aklıma düşen birkaç satırı sıralayayım diye açtım postu...

  • Rüştü her ne kadar bugün BJK forması giyse de, nazarımda Fenerbahçeli Rüştü'dür ve çok severim kendisini. Önemli maçlarda genelde maçın kahramanı olur, ya kurtardıklarıyla ya yedikleriyle. Bugünün de kahramanıydı. Denizli, tecrübesine güvenerek sahaya sürdü onu, o da eski hocası Rijkard'ın güvenini /güvensizliğini boşa çıkarmadı. Barcelona'ya ilk gittiğinde, hazırlık maçlarında yan toplarda yaptığı hatalar (ama daha çok topu oyuna sokmadaki beceriksizliği) Barcelona macerasının kısa sürmesine neden olmuş, kaleyi de yetenekleri kendisine göre çok daha sınırlı olan Valdes'e teslim ederek memlekete dönmüştü. Rijkard bugünkü maçı gördükten sonra, verdiği kararda haklı olduğunu düşünmüş olabilir ama Rüştü, Valdes'ten iyi kalecidir.
  • Milli maçlarda izlediğimiz Gökhan Gönül'ün ardından, kanat bindirmesi yapmaktan yorulmayan, savunmaya hızlı dönen, topu oyuna iyi sokan Sabri'yi görünce bir an için Sabri ile Gökhan'ın yeteneklerini takas ettiğini düşündüm. Neyse ki yaptığı ortaların isabet oranı hepimizin bildiği, canımız Sabrimizin değişmediğini gösterdi.
  • Serdar Özkan'ın sinirlenince/üzülünce yüz ifadesi Ayhan'a çok benzemiyor mu?
  • Beşiktaş şampiyon olurken de böyle oynuyordu, şimdi de. Değişen GS, biraz da FB, Denizli şansı da bu sene desteğini takımdan çekince fark ortaya çıktı yoksa Beşiktaşın oynadığı futbol da, kadrosunun renksizliği de geçen seneyle aynı. Sadece orta sahalardan üçer isim saysak; Fink/Ernst/Ekrem Dağ, Arda/Keita/Kewell, Alex/Emre/Dos Santos tarafsız bir futbolsever olsanız ve 3 maçtan ikisine bilet alacak paranız olsa hangisini dışarıda bırakırsınız?
  • 5 yıl önceki GS'ı gözönüne getirince GS taraftarı dışında sevilmeyen 6-7 tane oyuncuyu bir kalemde sayarım. Bugün sahaya baktım, maç sonunda üçlü çektiren amigo Sabri ve oyuna sonradan giren sevimsiz Barış Özbek dışında antipatik oyuncu bulamadım. Kadronun yanına, Rijkard'ın karizması ve GS'ın oynadığı yakışıklı futbol da eklenince korkarım GS sempatik bir takım haline gelmeye başladı.

Döndük...


Uzun bir aradan sonra döndük. Yaklaşık iki aylık deneme süresinden sonra blog iş, güç, koşuşturmaya kurban gitti, işlemez oldu. Umarım bu sefer daha uzun ömürlü olur. Fotoğraf ne alaka diyen olursa, kel alaka işte. Ronaldo'yu bitim kadar sevmem, pislik olsun diye yaptım. Başkaca bir amacım yoktu :)

12 Mayıs 2009 Salı

25 Yıl Önce Madrid'de bir Kral Kupası Hatırası

1983, Barcelona



Maradona'nın bacağı Andoni Goikoetxea tarafından kırılır





Bilbao Kasabı


1984, Madrid



Ancak sedyeyle maç bitiminde stadı terkedebilen oyuncular



İntikam peşinde koşan bir adam



Ve Bask ahalisinin muhteşem dört yılının son karesi
(Kaleciye dikkat!)

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Mazi Kalbimde Bir Yaradır

Il Grande Torino


Superga Faciası


Efsane


I Grandi Mazzole

14 Nisan 2009 Salı

Avrupa'nın El Classico'su


Hangisi daha iyi oynadı acaba ?

Bir gerçek var ki bu iki takımın Şampiyonlar Ligi rekabeti futbola inanılmaz güzellik katıyor. Chelsea bir nevi Detroit Pistons oldu, neredeyse her sene yarı finaldeler. Sırada son birkaç yılda unutulan, son 5 senede 3. kez karşılaşacak Barcelona-Chelsea rekabeti var. Mourinho'yu 2 haftalığına geri getirmeye izin verseler keşke Chelsea'ye, eğlenceli olurdu.