27 Mart 2009 Cuma

"Türk futbolu Kuveyt, Honduras, Cezayir, Kamerun ve Yeni Zelanda'nın yanında bile çağdışı"

Yarın 2010 dünya kupasına katılabilmek için gruptaki en önemli olmasa da (belçika maçının daha önemli olduğu düşünülürse) en şık maçımıza çıkıyoruz. "90 bin kişilik Bernabeu stadında, son Avrupa şampiyonun karşısında aynı turnuvanın yarı finalisti" spot olarak güzel. İspanya'nın ev sahipliği yaptığı 1982 dünya kupasının finalinin oynandığı (İtalyanların Almanları yenerek kupayı kaldırdığı) statta 29 maçtır yenilmeyen İspanyolları nasıl durdururuz bilmiyorum. Velev ki ilk 15 dakikada 2-0 falan olursa hafazallah hezimete yelken açarız. "Amansız boyun eğmez, amansız teslim olmaz" derken, "aman dileyene kılıç kalkmaz"a varır işin ucu. Yine de yazın oynadığımız maçlarıb hatırası da tazeyken herkesin içinde bir umut var "acaba?"




İspanya'da, yaklaşık çeyrek asır önce düzenlenen 1982 dünya kupası döneminde milli takım ne alemdeydi? Ben henüz o dönemde portakalda vitamin olduğum için bunun yorumunu o dönemin spor yorumcularına bırakayım. İslam Çupi, Ziya Şengül, Can Bartu, Ercan Aktuna, Orhan Türel İspanya'da olmayan Türk Milli Takımını tartışıyor:
.......

Türk Milil Takımı İspanya'daki finallerde olsaydı ne yapardı? Türk Milli Takımı finallerde olsaydı her zaman kaybettiği Avrupalı kodamanlar İtalya, B. Almanya, İngiltere, Belçika, İspanya ve diğerleri ile aynı kefeye koymayacaktık. Milli takımımızı onlarla tartışmak gerçek dünyada hayalcilik olur.

Biz bu milliyet sohbetinde Milli takımı İspanya'ya gelen küçükler ile, yani Kuveyt, Honduras, El Salvador, Kamerun ve diğerlerinin yanına oturtarak birtakım yorumlar yapmaya çalışacağız. Genel sorumuz şu: Türk Milli Takımı İspanya'daki küçükler seviyesinde nedir? Grup maçlarına Avrupa yerine Asya veya Afrika'dan katılıp İspanya finallerine gelseydik. Türk Takımı ne olurdu?

...

İslam Çupi : Yani Milli Takım'ın böyle bir final için ne klası ne de ulusal tecrübesi var. Peki Asyalı kalıp o gruptan finale gelseydil durum değişecek miydi?

Ziya Şengül: Asya grubundan finallere gelseydik ne olacağını bilemem. Bir örnek vermek isterim. 10 yıl önce Türk takımı Cezayir gibi ekipleri çok rahat yeniyordu. Hem de açık farkla. İspanya'da izlediğim küçükler oldukça büyük aşama yapmışlar. Biz ilerleyeceğimize, bırakın aynı yerde olmayı, çok gerilere gitmişiz.

İslam Çupi: Asya grubundan finallere gelseydik durum değişmezdi. Biz de küçükler gibi oynayacak, yenilecek ve grup sonuncusu olup tribüne çıkacaktık.

Can Bartu: Benim bildiğim dünyanın her ülkesinden Türkiye'ye antrenör getirttik. Bizlere ne verdiler. Sadece kocaman bir hiç. Şimdi ise tartışıyoruz, finallere Avrupa'dan mı girseydik, yoksa Asya grubundan mı? Ne farkeder."

Ercan Aktuna: Asya ve Afrika'nın aşaması lafla değil, planlı bir çalışma ile olmuştur. Türkiye'deki futbol mekanizmasını alaturkalıktan kurtarıp yola çıkmak gerek. Bunu yapamazsak Türkiye finallerde yine yok diye daha uzun yıllar birbirimize sorar dururuz.

Orhan Türel: Türkiye henüz bilimsel futbol çağına girmiş değil. Bu anlayışı değiştirmediğimiz sürece Türkiye hep Dünya Kupası finallerinin dışında kalacaktır........(54 yılının milli takımını övdükten ve o takımın burada olsa iş yapabileceğini anlattıktan sonra)... 82'de kuracağımız milli takım burada averaj ekibi olur.

28 Haziran 1982

........................

Tartışma haliyle uzuyor ama çıkan sonuç başlıkta. Benim gibi merak eden olur diye Türkiye 82 Dünya Kupası elemelerinde :

24 Eylül 1980: Türkiye:1 - İzlanda:3
15 Ekim 1980: Galler: 4 - Türkiye:0
3 Aralık 1980 : Çekoslavakya:2 - Türkiye:0
25 Mart 1981: Türkiye:0 - Galler: 1
15 Nisan 1981: Türkiye:0 - Çekoslavakya: 3
9 Eylül 1981: İzlanda :2 - Türkiye:0
23 Eylül 1981: SSCB:4 - Türkiye:0
7 Ekim 1981: Türkiye:0 - SSCB:2


Milli takım 5 takımın bulunduğu grupta 8 maçta 0 Puan, 1 gol, -20 averajla grup maçlarını tamamlıyor. Maç kadrolarının tamamında Şenol Güneş ve Fatih Terim'in olması da enteresan bir not.

Son 10 yılda 5 büyük turnuvanın 3'üne katılıp, 2 yarı final, 1 çeyrek final yaşayıp katılamadıklarımıza da Letonya ve İsviçre'ye baraj maçlarıyla saçma sapan bir şekilde elendiğimiz düşünülürse. Şanslı bir jenerasyonuz.

Hepsi bir tarafa şu İspanyollara Madrid'te bir koysak çok şık olur :)

İlgilisine not: Bahsi geçen gazete yazısı ve çok daha edebi olanları için "Olaylar, sağbekin lahana dolmasını yemesiyle başladı" İslam Çupi, Seçme yazılar 2 , İletişim 2004

25 Mart 2009 Çarşamba

Tatil Kitabı


"Taşralılık ve taşranın halleri" bazen ziyadesiyle içimi sıkan, zorlama bir entelektüellik hissi yaşattıran bir tema olsa da; içinde barındırdığı potansiyel hikaye enerjisinin yüksekliği sebebiyle sesimi çok yükseltemem kendisine. Son dönem Türk sinemasının da, malum, favori mevzularından biri. Nuri Bilge Ceylan filmografisinin neredeyse tamamı, Semih Kaplanoğlu'nun "Yumurta"sı (ve henüz izlememiş olsam da muhtemelen "Süt"ü), Reha Erdem'in "5 Vakit"i, Ahmet Uluçay'ın "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak"ı, Çağan Irmak'ın "Babam ve Oğlum"u ilk akla gelenler. [Ümit İnal'ın "Gölgesizler"i de, Toptaş'ın romanını anımsadığımda bu meselelerin etrafında dönmesini umduğum bir film; ama toz bezi'nin yazısını hatırlayınca umduğumu bulamayacağım galiba.]

Taşranın sekmez bir şekilde durağanlık, sıkıntı, kasvet, atalet, bulantı, kaçış, çıkışsızlık, yabancılık, yabansılıkla özdeşleştirilmesine itirazım var esasında. Yukarıda değindiğim zorlama entelektüellik yapıştırması tam da burada zuhur ediyor. Kabına sığamama ve bunun yarattığı sıkıntı, taşranın birey üzerindeki genel etkisi mi yoksa taşra geçmişine sahip bu yönetmen/senaristlerin kendi üzerlerindeki sınırlı etki mi; ayrımı iyi çizmek lazım sanki. Çağan Irmak gibi büyük laflar "kör gözüm parmağına" düsturunca sarf edilince, yahut Nuri Bilge Ceylan ya da Semih Kaplanoğlu gibi minimal hikaye örgüsünün arkasına saklanıp benzer büyük ve görkemli laflar ortaya atılınca rahatsız oluyorum. Sineği sıkıp yağı çıkarılsın çıkarılmasına da, sinek o kadar yağ verecek mi bakalım?

Seyfi Teoman'ın, bu tür içinde telakki edilebilecek "Tatil Kitabı"na, Barış Bıçakçı ismi üzerinden ulaştım, yalanım olmasın. Son dönemde okumaktan en çok mutlu olduğum kitapların yazarı kendisi. Ufak hikayeleri, Ankara'nın taşralılığını merkeze alarak, büyük laflardan ve imalardan imtina ederek, büyük bir tutumluluk ve dinginlikle sıralıyor peşi sıra. Söz gelimi, kendini değersiz hisseden bir karakterinden bahsederken "Bakkala gidip gelirken yakalanır insan belki de bu duyguya; bir Çiftlik yoğurdu iki ekmek, bir paket Maltepe alırken..." diyiveriyor; bir başkasına "suçlanmaktan korkar gibi yemek yediriyor", arkadaşlığın "her şeyi oyuna dönüştürebildiği" için güzel olduğunu söylüyor, kendisinden okumak için kitap önermesini istediklerinde içi sıkılıyor, bunu istediklerinde "kalbini de istediklerini" sanıyor. Elhasıl güzel yazıyor.

"Tatil Kitabı", senaryosuna Barış Bıçakçı'nın katkıda bulunduğu ve bunun da her karesinde hissedildiği bir film. Okulların yaz tatiline girdiği günle başlayıp yeni dönemin başladığı günle biten, Silifke'nin taşralılığını kendisine mesken edinen, basit hikayeler ve altı ısrarla çizilmeksizin hoşça değinilen harc-ı alem dertler (kıskançlık, ergenlik, çocukluk, büyüme sancıları vs), Taner Birsel'e eşlik eden amatör/yarı-amatör oyuncularla kotarılmış, sakin, eli-yüzü düzgün bir film. Yönetmeni Seyfi Teoman'ı bir yere not ediyor, yeni çektiği ve yakında gösterime girecek olan, Barış Bıçakçı'nın "Bizim Büyğk Çaresizliğimiz" romanının uyarlaması olan filmini de , evet klişe olacak ama, merakla bekliyoruz.

24 Mart 2009 Salı

Lance...


Kanseri yendikten sonra Tour de France'ı 7 kez üst üste kazanmış, 2005'teki son şampiyonluktan sonra da bu kadar yeter deyip bırakmıştı yarışmayı Lance abimiz. Zaten ertesi yıl meydan boş kalınca, fırsattan istifade dopinge asılan bir araba dolusu bisikletçi yüzünden tour de france' ı protesto eden bir grup seyirci "tour de doping" pankartı açmıştı yarış sırasında. O rüzgardan faydalanan dallama fransızlar, hemen manşetlerine "Lance ilk şampiyonluğunda doping yaptı" haberlerini yerleştirip, uzun süre mevzuyu gündemde tuttular ki nasıl buram buram Fransız ezikliği kokuyordu bu haberler. Kolay değil tabi, elin Amerikalısı gelsin senin "ata sporun" bisikleti tekeline alsın. Bütün rekorlarla dalgasını geçsin. Hazmetmek zor. Sonra aklandı tabi Lance. Hayır aklanmasa ne olacaktı, üzerine 6 kere daha kazanmış zaten. Bu kesmedi babayı, ben dönüp şunları bir daha tokatlayayım demiş olacak ki; geçtiğimiz eylülde Temmuz 2009'da 8. şampiyonluk için yarışacağını açıklamıştı (37 taşında babacan-el insaf). Ne var ki, Armstrong İspanya'da Vuelto of Catilla and Leon yarışında bisiklet kazası geçirdi ve köprücük kemiği kırıldı. Dolayısıyla 8. şampiyonluk en azından bu sene için hayal oldu gibi. Ne diyelim, geçmiş olsun.

23 Mart 2009 Pazartesi

Yeniçeri Ahlakı ve Kesilen Bir Başka Kafa



Yükselişi kadar görkemli olmayan ama altı kalın kalın çizilerek anlatılagelen, Osmanlı'nın meşum "duraklama ve gerileme!" hikayesinin kilit unsurlarındandır Yeniçeriler. Ahlaksızlık, bozgun, ocaklarındaki düzensizlik, askeri techizat, teknoloji ve eğitim konusunda "çağın" gerisinde kalmaları, itaatsizlik, büyük günahlarından birkaçıdır sadece. Onlar istediği için kafası uçurulan vezirler, defterdarlar gırladır kroniklerin tozlu sayfalarında. Hala yazılmayı bekliyor esasında tarihleri adam akıllı. Kafadar gerçekleştirebilecek mi acaba bir gün büyük düşünü?

Tarihteki Yeniçeri anlatısına koşut bir süreç işliyor uzunca bir süredir Florya'da. Ocak'ın ağaları ve ağalık taslayanlarından Hayreti Hasan Ağa, Zulmet Ümid Ağa, Sarızade Sabri Ağa; Ocak dışından esnaf ve çapulcuların, özellikle de eskiden Ocak'ta olup emekli olmuş ya da atılmış Hakan-ı Sagir Efendi gibilerinin yoğun desteğiyle önce devşirme sadrazam Mikail Şekib Paşa'nın kellesini aldırıp, "Türk'tür, candır" diyü "Şeci' Bülend Efendi"yi sadrazam yaptırdılar; ardından da yeni sadrazamın büyük desteğiyle, vezir Garib Suavi Linkoln (لينكولن) Efendi'nin canına kasteylediler.

Osmanlı Yeniçeri zulmünden batmamıştı ya, bu Galatasaray bunca ihtiras, kötü niyet ve haksızlıktan batar, sonra söylemedi demeyin




Bir gün herkes Müslümcü olacak...



Teomanın "Paramparça"sını söylerek başlattığı seferi, 3 sene önce yukarıdaki muhteşem albüm kapağıyla çıkardığı albümle tamamladı ve entel dantel camianın fethi böylece tamamlandı. O günden sonra pek görünmez oldu kültür sanat programlarında Müslüm Baba. Murathan Mungan mı desteğini çekti, yoksa karikatürdeki gibi bir devrin sonuna mı denk geldi bilmiyorum.
(not: karikatürü tedirgine gönderdi.-referansımı da çakarım:)

Nitekim, geçen albümünde o kadar yaygara koparılan Müslüm'ün son albümü "sandık" piyasaya çıkalı yaklaşık bir ay önce çıktı; ne bir reklam ne haber. Velhasıl yapacak birşey de yok. Adam söylüyor arkadaş. Kim sahiplenir, kim bırakır beni ilginledirmez. İster mazlumların sesi olsun, ister entel muhabbetlerine meze. "Müslüm de son sıralar çok bozdu be baba" ile "Tom Waits ile Müslüm Gürses aynı damardan beslenmiyorlar mı sence de?" geyikleri arasında bir saf tutmaktan imtina ederim ne varki seviyorum bu adamı. Gerçi blogdaki müzikle ilgili ilk postumun Müslüm hakkında olması bana da biraz garip gelse de, özümdeki o arabesk çekirdeği da inkar edecek değilim. Öbür taraftan albümdeki bazı şarkıların dozu beni de aşıyor ama genel olarak baba iyi söylemiş. Dinleyin, sonra tekrar konuşalım.

21 Mart 2009 Cumartesi

İspanya vs Türkiye


İspanya ve Türkiye milli takım aday kadroları açıklandı. Türk milli takım aday kadrosunda bu yıl Beşiktaşın sol kanadını koridora çeviren ve kartalın yıllardır sorunlu sol kanadını ihya eden İbrahim Üzülmez, Fatih Terim tarafından da farkedildi ve kadroya alındı. Ramos ise dün yaptığı basın toplantısında Sabri ve Kazım'ın bulunduğu kanatta oynamasının kendisini tedirgin ettiğini açıkladı. Gereksiz biçimde olaya müdahil olan Arsen Wenger de Fatih Terim'in Yusuf'u niye kadroya almadığını anlayamadığını belirterek; Arshavin'den beklediği verimi alamadığı için önümüzdeki yıl Yusuf'u kadroya dahil etmek istediğini söyledi.


Karşı tarafta ise, yükselen form grafiğiyle Raul'u kesen Guiza, İspanya milli takım aday kadrosunda. Del Bosque, İspanyol medyasının baskısına boyun eğmez ve formayı hakedene verirse, Guiza, Torres ya da Villa'dan birini belki ikisini birden kesebilir. Umarız Guiza bildiğimiz oklarını milli takımımız için atmaz.

Nerede o eski teknik direktörler?



Çoğu çeyrek finalde. Galatasaray'ın teneke çalarak kovaladığı Gerets'in Marsilyası, geçtiğimiz haftasonu deplasmanda PSG'ni 3-1 mağlup ederek Fransa liginde Lyon'un 1 puan gerisinde ikinciliğe kurulurken, haftaiçi de UEFA'da yoluna devam etti. Sahasında 2-1 yendiği Ajax Amsterdam Arena'da karşılaştı. Uzatmaya giden maçta 2-2'yi yakalayıp zor da olsa çeyrek finalist oldu. Çeyrek finaldeki rakibinin hocası da bizim için tanıdık? Lucescu'nun Shaktar Donetsk'iyle kapışacaklar yarı final için. Lucescu da haftaiçi Zico'nun CSKA 'sını eleyerek geldi çeyrek finale. Bizim koyduğumuz lakaplarla konuşursak; çeribaşı, stajyeri geçti yani.







Şampiyonlar liginde de çeyrek finalistler ve eşleşmeler belli oldu. Geçen sene şampiyonlar liginde mağlubiyet yüzü görmeden şampiyon olan Manchester için bu sene de final yolu açık gibi.(bkz. kaymaklı ekmek kadayıfı) Öbür taraftan ezberlediğimiz üzere bir Chelsea-Liverpool eşleşmesi var çeyrek finallerde . Gönüller Liverpool'dan yana ama Barcelona'nın üst tura çıkacağı bir Chelsea- Barcelona eşleşmesini tercih ederdim.


Chelsea demişken geçen hafta Manchester'ın Liverpool bozgunundan sonra Chelsea ile Manchester arasındaki puan farkı azaldı. Hiddink hemen ayaklandı, ligde herşey olabilir diye. Chelsea'nin başına geçtiğinden beri ağır ağır 1-0, 2-0 larla takipte Hiddink. Mustafa Denizli sanki mübarek. Çeyrek finallerdeki eski teknik adamları anarken Hiddink için de bir extra paragraf açalım hadi.

87 yılının martında PSV'de yardımcı antrenörken birden kendini teknik direktör olarak bulan Hiddink, o sene 41 yaşındadır ve teknik adam olarak o tarihe kadar hiçbir başarısı yoktur. 87 yılını şampiyon tamamlayan PSV ile birlikte Hiddink de ilk kupasını kaldırır. Ertesi sene ise işin cılkını çıkarır. Hem lig, hem kupa, hem şampiyon kulüpler kupasını kazanan PSV Avrupada bunu becerebilen (The Treple) 3. takım olmuştur. -Avrupa şampiyon kulüpler kupasında ilk turda elediği takım da Galatasaray'dır o sene- (Daha önce Celtic 1967, Ajax 1972'de "the treple" yapmış, 1999'da Manchester 4. takım olarak bunlara eklenmiştir. Aslında Celtic 1967'yi 4 kupayla kapatmıştır ve bu başarıyı tekrarlayan başka bir takım henüz yok)

Hiddink böylece müzelerinde şampiyon kulüpler kupası bulunan Feyenord ve Ajax'ın yanına yazdırmıştır PSV'nin adını. 89 yılını da şampiyon kapatan Hiddink 90 yılında Başkan Metin Aşık tarafından Fenerbahçe'nin başına getirilir. Ligin ilk haftasında Fenerbahçe evinde meşhur 6-1'lik Aydınspor mağlubiyetiyle lige başlar. Takribi bir ay sonra yine evinde Trabzon'a 5-3 kaybeder. 22. haftaya kadar bu böyle gider. Takım, Trabzon ile Trabzon'da yapılan maçı da 3-0 kaybedince Hiddink kovulur. Bıraktığında fenerbahçe 22 maçta 34 puan toplayabilmiştir ve averajı +4'dür. O sezon derbilerden 4 maçta sadece 1 puan alabilir Fenerbahçe, (mağlubiyetlerin 2'si Hiddink kovulduktan sonra alındı-hakkını yemeyelim adamın) sezonu da Sarıyer'in arkasında 5. sırada tamamlar. Fenerbahçe o sezon 30 maçta 44 puan almış, 0 (yazıyla sıfır) averajla bitirmiştir ligi.

Sonrasını biliyoruz zaten hikayenin. Hiddink, Hollanda milli takımıyla 98 , Güney Kore ile 2002 dünya kupalarında, Rusya ile 2008 Avrupa şampiyonasında yarı final gördü. Avustralya'yı 2006'da gruptan çıkardı. Şimdi Chelsea'nin başında. Ne kaldı Hiddink'ten Türk futboluna? Tandem - sarkık libero geyikleri henüz ağızlara sakız olmazdan çok evvel yılların liberosu Fenerbahçe'li Müjdat'a 4'lü savunmanın ne menem bir şey olduğunu anlatmaya çalışırken hezimetten hezimete koşan ve "Hollanda'nın köylüsü" iltifatlarıyla uğurlanan bir teknik adam hikayesi.

20 Mart 2009 Cuma

Kaymaklı Ekmek Kadayıfı


Eskiden Allah insana Şenol Güneş şansı versin derdik, sağolsun alttaki muhterem bu deyimi de tekeline geçirdi...

17 Mart 2009 Salı

Ah Seyyid Halil Efendi, ah

Blogda tarihi fotoğrafların havada uçuştuğunu görmemle, benim neyim eksik demem bir oldu. Geçenlerde tuhaf bir makale için göz gezdirdiğim; ama içindeki hazineler sayesinde elimden çok uzun süre düşüremeyip yaklaşık üç-dört saatimi kütüphanede scanner başında geçirdiğim "Tarih Hazinesi" dergisinin 1951 yılına ait bir sayısından bir fotoğraf-anektodu buraya taşımak isterim.

Esasında bu hikayeyle daha önce bir yerde karşılaşmıştım; ama bir türlü hikayenin kaynağını bulamıyordum. Hikaye hikaye diyorum ya, hikaye şu: Vaktiyle karısının dırdırına daha fazla dayanamayıp hakkın rahmetine kavuşan bir adam, mezar taşına, "karı dırıltısı"ndan öldüğünü yazdırmış. Dan dan dan, işte o mezar taşı:


"Merhum ve mağfirunileyh
Rabbihü'l-gaffur
Karı dırıltısından vefat iden
al-Seyyid Halil Ağa ruhuna
Fatiha
sene 1260"

Kahramanımızın adı Seyyid Halil Efendi. Peygamber soyundan mı geliyor yoksa peygamber soyundan gelme efekti olsun diye pederi mi bu ismi koydu bilemiyorum; ne var ki 19. yüzyılın ilk yarısında yaşamış bir zat-ı muhterem kendisi. Ölüm tarihi, mezar taşına nakşedildiği üzere 1260, yani 1844 ya da 1845. Bunun dışında kendisi hakkında bilebildiğim - şu an için - hiçbir şey yok. Mezar taşına böyle yazılmasını kendisi mi birilerine vasiyet etti; yoksa içine kapanık bir adamdı da arkadaşları, karısı yüzünden yaşadığı sıkıntıları için için bildiklerinden, Seyyid Halil alem-i manaya göç ettikten sonra "o kadın"dan kendilerince intikam almak istedikleri için mi böyle bir yola gittiler, orası meçhul. Ama her neyse, çok şık bir mezar taşı olmuş. Mezar taşını görmek isteyenler var ise -ki bilemiyorum hala orada duruyor mu - Zeytinburnu'ndaki Merkez Efendi Mezarlığı'ndaymış. [Merkez Efendi de nasıl bir alim adı, hay maşşalah; ama mühim bir adammış 15. yüzyılın sonları, 16. yüzyılın başlarından]

Yazın Hasan hoca rehberliğinde bir tur farz oldu artık!

15 Mart 2009 Pazar

Bülent Korkmaz ve Yalanları


Bloğun ruhuna aykırı olabilir bu kadar güncel bir maç üzerinden kritik yapmak; ama müsaade edin, Büyük Kaptan'a hazırladığım laflar içimde kalmasın.
Bundan neredeyse tam yedi sene önce oynanmış bir başka Trabzonspor-Galatasaray maçını izliyormuşum hissine kapıldım maç boyu. Arif Erdem ve Hasan Şaş'ın golleriyle 2-0 almıştı maçı Galatasaray ve şampiyonluk yarışında çok kritik bir 3 puanı koparmıştı. Ah Lucescu ah; bu musibeti başa sen çıkardın zaten. Musibet dediğim de şu: Sonuç getiren futbol vs yakışıklı futbol ikiliğinde, yakışıklı futbolun istenmeyen sonuçlar getirmesi tehlikesi karşısında, sonuç getiren ["modern"] futbolun kısırlığına dönmek. Bu ikilik öyle pis ki, insan, sırf takımı kazanıyor/kazanacak diye, bu kısır/tatsız/çirkin futbola cevaz vermek zorunda hissediyor kendisini.
Bülent de maşaallah, Lucescu'nun baş müridi çıktı. 7 sene önceki maçın kadrosunu aynen verecekti utanmasa. Ümit Karan'lar, Hasan Şaş'lar; kendisi de savunmaya dahil olsa tamam oluyordu. Gözlerim forvette Radu Niculescu, sol bekte Victoria'yı aradı durdu. Allahtan Trabzonspor'da 7 sene öncesinin Osman Özköylü'sü, Hami Mandıralı'sı, Marco Aurelio'su, Metin Aktaş'ı yoktu da yaşadığım zaman-mekan paradoksunu aşabildim.
4 haftadır budadığı takımı da geçtim; Bülent Korkmaz arsızca yalan da söylüyor artık. Maç sonrasında çıkıp da "Lincoln'ü Hamburg maçına sakladığım için oynatmadım" dersen, "hadi lan oradan"ı hem taraftarından hem futbolcundan yersin. Bülent Korkmaz, daha Hamburg maçının 60.dksında, "bana gider yapmak neymiş sen görürsün. Seni Trabzon'a eziyet olsun diye götürüp 90 dk kulübede oturtmazsam anam avradım olsun" şeklinde düşünmediyse Bülent Korkmaz da büyük hoca!
Lakin Türk futbolu ne zaman kompleksli/takıntılı/egosunu tahsis etme problemlerinin ceremesini futbolseverlere çektiren teknik direktör eziyetinden kurtulacak; ümidim kalmadı artık. Aslında hayır, ümidim var hala. Günün birinde Ersun Yanal sonunda yapacağını yapacak, Tugay Kerimoğlu İngiltere'den güneş gibi doğacak, Ümit Özat aniden çarpacak; olacak bunlar, inşaallah, inşaallah.
Ama o iş Bülent'ten olmayacak, orası belli oldu.

14 Mart 2009 Cumartesi

Şampiyonluk kaybetmek bazen bir sanattır

Her sezon sonunda "şampiyonluğun hikayesi" vb isimlerle bir yazı döşenilir ve bu yazılar çoğu zaman birbirine benzer. Ancak anlatacağım şampiyonluğu kaybetme hikayesinin Türk futbol tarihinde bir benzeri daha var mıdır emin değilim? Zira son haftaya 6 puan önde giren bir takımın şampiyonluğu kaybettiğini hiç duymadım.



Sözlü tarih yaklaşımının metodolojik sorunlarını tedirgine'ye bırakıp, figüranlarından bir olduğum hikayeyi birinci ağızdan buraya aktarıyorum. Başka bir kaynaktan doğrulama işini de spor tarihçilerine bırakıyorum.





1991-92 sezonu, 3 lig 6. grupta yaşanıyor şampiyonluk mücadelesi. Turgutluspor'umuz sezonun sondan bir önceki haftasına, 33. haftaya, takipçisi Kütahyaspor'un 4 puan önünde giriyor. 33. hafta maçını da içeride ligin orta sıradaki takımlarından Soma Linyitsporla oynayacağı düşünülürse, klişe tabirle "şampiyon gibi". Stat tıklım tıklım. Tıklım tıklım dediğim zaten kapasite 4000 kişi (2000'i kapalı-2000'i açık:) Soma'yı 2-0 mağlup edip şampiyonluğumuzu ilan ediyoruz. Kütahya da zaten Tavşanlı Linyitspor'la berabere kalmış; aradaki puan farkı 6 puana çıkmış. Statta sembolik kupayla şampiyonluk turu atılıyor, bu da kesmiyor kasabamızın tek büyük bulvarında arabalar, insanlar şampiyonluk turuna çıkıyor. Boru değil, kasabamızın futbol takımının ilk ciddi başarısı bu. Her tarafa kırmızı-siyah bayraklar çekiliyor falan.


Son hafta maçımız deplasmanda yine ligin sıradan takımlarından Tarişspor'la. Maça gidenlerin anlattığı kadarıyla; stada bu sefer gerçek kupa geliyor. Tribünlerin hemen hemen tamamı otobüslerle İzmir'e giden Turgutluspor taraftarlarının. Takım bu havada, son derece lakayıt biçimde çıktığı maçı 3-1 kaybediyor. Kupayı kaldıran futbolcuların otobüsü önde, taraftarları taşıyan otobüsler, otomobiller arkada kasabaya giriyorlar. İlçeye girişte davul-zurnayla karşılanıyorlar.



Ertesi gün, öğleden sonra okula gidiyorum (ilkokul 3.sınıftayım öğlenciyim -ilkokulda sabahcı olmayı her zaman daha çok sevmiştim, ne malmışım:) Pazartesi sabahı, haber kasabaya bomba gibi düşüyor. Birkaç saat içinde ilkokul sıralarındaki çocuklara -yani bize- kadar ulaşıyor bu felaket haberi. Bir hafta önceki Soma Linyitspor maçında Turgutluspor'da sarı kart cezalısı bir futbolcu oynadığı için o maçta Turgutluspor'un 3-0 hükmen mağlup sayıldığı ve 3 puanının silindiğini öğreniyoruz.Son hafta maçını da kaybeden takım, bir anda Kütahyasporla aynı puana geliyor. Puan cetvelinde bizden daha iyi averajı olan Kütahyaspor'un yeni şampiyon olduğu haberi bütün kasabayı şok ediyor. Şu durumda gülünür mü, ağlanır mı, öfkelenilir mi siz karar verin. Bayraklar hemen toplanıyor, herkes pısss.


Kulüp tarihine böylece şampiyonluktan önce bir "şampiyon gibi"lik etiketi yapışıyor. Ertesi sene o hırsla 13 puan fark atıp şampiyon oluyoruz, tek derdimiz de Kütahyasporla tekrar karşılaşmak ama federasyon bu iki takımı farklı gruplara koyuyor.


Yine de kazanılan şampiyonluk ve şampiyonluk kutlamaları hakkında hiçbir şey hatırlamıyorum. Travmatik şekilde kaybedilen bu şampiyonluk sonrası kendimi futbola adadım. Bir süre piskolojik destek aldıktan sonra macaristan, polonya ve ukrayna liglerini takip etmeyi bıraktım ancak ruhumda açılan bu derin yarayı kapatmak mümkün olmadı, hala ve inatla avrupa'nın büyük liglerini takip etmeye çalışıyorum.

11 Mart 2009 Çarşamba

Taksim Kışlası


Çocukken bir gün Hürriyet'te İstanbul'un eski belediye başkanlarıyla ilgili bir yazı okuyordum. Sırayla eski zamandan bu yana bazı isimleri anlatıyorlardı. Lütfi Kırdar'ın ismini gördüğüm zaman tanıyıp da aslında tanımadığım bir insana rastlamıştım. Kendisinin ismini bir zaman şehrin göbeğinde basketbol keyfini yaşatan, kendi adıyla anılan spor ve sergi sarayıyla öğrenmiştim. Büyük bir merakla onunla ilgili yazılanları okumaya koyuldum. İstanbul'da büyük işlere imza atmış bir amca olduğunu anlatıyordu. Fakat okuduğum yazıdan bugüne kadar aklımda kalan kendisinin belediye başkanlığı döneminde yaptığı icraatlerde duyduğu tek pişmanlığın Taksim'deki kışlanın yıkılması olduğunun itirafıydı. Belki de insan denen mahlukatın yapılan iyi şeylerden çok, kötü şeyleri hatırlamak gibi adaletsizliğinden ötürü Lütfi Kırdar'a aklımda böyle yer etti. Sonraları Taksim Topçu Kışlası'nı fotoğraflarda gördüğümde gerçekten çok üzüldüm ve içimdeki vicdan azabı da azalmadı değil hani.


1840'larda yaptırılan bu kışlanın zerafetini kapısına bakarak bile anlamak mümkün. Hint mimarisini andıran şekliyle, varolan Osmanlı mimarisinden farklı bir görüntüye sahip (tabii bu kışla gibi yıkılmış ve tarihin derinliklerine gömülmüş bilmediğim nice yapıları es geçiyorum). Bu arada nizamiyenin duvarına ve kenarındaki kulelerin kubbelerine baktıkça ah oryantalizm ah çekmemek elde değil!

İnanılmaz bir gösterişe sahip bina elbette zaman içinde bazı hasarlar gördü ve neticesinde "eski mi, yık gitsin" mantalitesine sahip Türk insanının kurbanı oldu (cumhuriyet sonrası Osmanlı figürlerinin yerine yenilerini oturtma çabasının bir ürünü olarak da görülebilir, bu konuyu tarihçi arkadaşa bırakıyorum). Şimdi otobüs duraklarının, mermer merdivenler ve gezi parkının olduğu alan ne kadar kullanışlı ve güzel? Bir de kışlanın hala hayatta olduğunu hayal edin. Ortasında bir zamanlar olan futbol sahası yerine güzel düzenlenmiş bir avlu... küçük bir havuz etrafında insanların oturabileceği bir yer... Ya da tarihi dokunun içine son model bina dikip otel yapma geleneği yerine şu yapı varolsaydı da otel olarak değerlendirilseydi... Acaba turistlere hangisi daha cazip gelirdi; İstanbul'da kendine münasır bir mimariye sahip, tarih konan bir Osmanlı kışlasında kalmak mı, yoksa dışı cam yığını gökkafesler mi?


Taksim Meydanı'nın o zamanki diğer eserlerine de bakarsak;





















Soldaki fotoğrafta, Marmara Oteli'nin yerinde, 1960'lara kadar Osmanlı Bankası genel müdürüne ait Viyana usulü bir konak yer alırken; yukarıdaki fotoğrafta, AKM binasının yerinde, %100 doğruluğunu bilemesem de sonradan Elektrik İdaresi'ne dönüşmüş bir Fransız tarafından yaptırılmış bir konak yer alıyordu.


Şehrin en merkezi yerinde bir opera binası inşa etmek mantıklı birşey, bu sebeple Elektrik İdaresinin yeraldığı konağa elveda demek anlaşılabilir (tabii daha güzel bir AKM binasıyla) ama soldakinin yerine kocaman bir bina dikmek hangi cevvalin işidir, bilemiyorum.


Bir de binanın şehir içinde kışla bölümüne değinmek gerekir. Kışlanın yapıldığı 1800'lerin ilk yarısında Taksim bölgesi, hatta Pera şehrin merkezi olmaktan uzaktı. Halen İTÜ'nün kullanmakta olduğu binalar hem kışla hem de okul olarak hizmet vermekteydi. Ayrıca Nişantaşı'nın o zaman askerlerin antreman yaptıkları bir yer olduğu düşünülürse kışlanın buraya oturtulması oldukça mantıklı...

EURO 2016 - post 2

Birkaç post altta bahsettiğim adaylık süresi doldu. Merak eden olur belki; Türkiye, İtalya, Fransa tek başına aday olurken, Norveç ve İsveç ortak adaylık başvurusunda bulundu. Zor görünüyor, hayılısı bakalım.

Taksim Stadı

Geçen dönem, bir derste, şehirlerin siyasi otorite tarafından ideolojik araç olarak kullanılmasıyla ilgili bir sunum hazırlamıştım. Siyasi iktidarın kamusal alanlarda kendini hissettirme amacıyla 19.yy'da askeri kışlaların şehrin merkezine taşındığından falan dem vurmuştum. Konuyu çok da derinlemesine bilmeyen öğrencilerin kullandığı bir sunum taktiği olarak, gelebilecek ters soruları bertaraf edebilmek amacıyla dikkatleri başka yöne çekecek orjinal resimlerin bulunduğu afilli bir de prezentasyon hazırlamak için geçtim bilgisayarın başına. Birkaç ilginç fotoğraf bulmaktı amacım. Ancak bu sefer ben ters tarafa yattım. Blogu açtığımdan beri de aklımdaydı kısmet bugüneymiş.

Taksim topçu kışlası'nın resmidir üstteki. Meydana bakan, bugün gezi parkının olduğu yerde kurulmuş topçu kışlası 1921-1939 arasında Taksim stadı olarak kullanılmış. Yıllarca orada burada bahsi geçen Taksim stadını, ben mal gibi İnönü stadının eski adı zannettiğim için; en azından taksimin göbeğinde stat olabileceğini aklım kesmediği için, fotoğrafı görünce şaşırmıştım. Aşağıdaki de stadın kapısı.



1923'te Romanya ile oynanan ilk milli maçımızı da bu statta oynamışız. (İlk milli maça çıktığımızda, henüz istiklal marşımız bestelenmemiş olduğu için ulusal marşların okunduğu seramonide "Katibim" şarkısını söylemişler, ulusal marş olarak, bence tercih son derece başarılı) Bu maçta, futbol tarihimizdeki ilk milli golümüzü de Zeki Rıza Sporel aşağıdaki gibi tavana asmış.


Stadın kapasitesi için "8000 kişilik" gibi bir rakam veriliyor ama bu rakam biraz göz kararı verilmiş gibi sanki. Biraz sıkıştırırsan alır herhalde. Nihayetinde locayla, koltukla uğraşmıyorlar, şanslı olanlar tabureye oturuyor, kalanı dolmuş usulü, kaç kişi girebilirse içeri. İşte aşağıdaki fotoğraf taksim stadının tribünlerinden. Kravatlı arkadaşın solundaki futbolcu yukarıdaki golün sahibi Zeki Rıza , sağındaki ise kaleci Şekip. Cezalı oldukları için maçı tribünde, seyircilerin arasında izliyorlar. Şaka lan şaka. Devre arasında dinleniyorlar, Zeki Rıza teri soğumasın diye pardösü almış üzerine, ellerindeki de limon. 10 Powerade +10 Isostar gücünde sporcu yiyeceği :)


Aslında Atam stadın üstünü kapatmayı düşünmüş ama Fevzi Çakmak izin vermemiş. Neyse tarihi çarpıtmayayım. Stadımız toprak olduğu ve eldeki koşullarla üzerini kapatmak mümkün olmadığı için aşağıdaki gibi durumlar ortaya çıkıyormuş.


Tahmin ettiğiniz üzere, ortada dolanan şemsiyeli arkadaş hakem.


Burada, çizgi üzerinde koşan pardösülü yan hakem (o zamandan beri duracakları yeri bilmiyorlar:) fotoğrafın sağ tarafında dikilen kasketli de orta hakem haliyle. Zeminin güzelliğinden bahsetmiyorum bile.

Burada da hakem karlı sahaya, kömür tozuyla çizilen saha çizgilerinin takibinde. Bu sahada Lincoln'ü oynatmak lazımmış aslında. Aşağıdaki fotoğraf da stadın son fotoğrafı. 1939'da dönemin belediye başkanı Lütfü Kırdar stadı yıktırıp, yerine gezi parkını yapıyor.

8 Mart 2009 Pazar

Kırırım Bu Yedek Kulübesini


Ben yazmaktan vazgeçeyim diyorum, adam kendisinden konuşturmaktan vazgeçmiyor. Genç nesillerin Mourinho'nun eline düşmesinden endişe duyup Ferguson'un nursuz yüzüne (ve dahi futboluna) bel bağlayanlar, futbolumuzdaki Bülent Uygun tehlikesi hakkında da iki satır notlarını düşseler ya :) [Ki Bülent Uygun'a, hal-tavır-eda nisbetinde Jose Mourinho yakıştırması yapıldığını duysa Mourinho, Guiseppe Meazza'nın çatısından bırakıverir kendini aşağı hafazanallah! Bu kadar kolay mı yahu bu işler?]

Son Ankaraspor maçında, yediği ve hiç alakası olmayan bir şekilde hakem hatasına bağladığı beraberlik golü neticesinde çocukluğumda beni çok ürkütmüş "trafik canavari olmayin" reklamindaki canavar babaya dönüştüğü ve dosta düşmana "yedek kulübesi camı nasıl indirilir"i gösterdiği an için lütfen buyurun:
http://ligtv.com.tr/VideoHaber/?r=1&hid=53688

not: reklamı aradım mamafih bulamadım; bulan gören olur de eklerse ne güzel olur.

Mahmutpaşa'dan DVD'ye


Yukarıdakiler,İstanbul polisinin 4-5 ay önce yaptığı korsan dvd operasyonu sonrası ele geçirilen dvd'lerin fotoğrafı.(40 bin adetmiş) Arka afişteki yazıda ise şöyle yazıyor "Herşey İstanbul halkının ve İstanbul'un huzur ve güvenliği içindir" Bizi kopya dvdlerden koruduğu için Sayın Celaleddin Cerrah'a ve İstanbul polis teşkilatına teşekkür ederiz.
Başımıza herhangi bir bela alma riskini böylece ortadan kaldırdıktan sonra hikayemi anlatabilirim. Kadıköyde korsan dvd satan ama bu işi sinema aşkıyla yapan, piyasada bulmanın pek mümkün olmadığı çok eski yapım filmleri bile bulabileceğiniz bir dükkanın camekanında çok yaratıcı bulduğum şu cümle yazıyordu, ben de buraya almak istedim;
"İzlemediğiniz her film yeni filmdir"

7 Mart 2009 Cumartesi

Sir Alex Ferguson


"Today, I am playing the penalty shoot-out of my managerial career."

Sir Alex Ferguson, 86 yılında Manchester United'ın başına geçtiğinde 45 yaşındaydı, aradan 22 yıl geçti, kurt kocadı ama Maurinho gibilere maskara olmadı. Geçtiğimiz sezon Mourinho Chelsea'den kovulurken Sir hem Premier League hem de Şampiyonlar ligi kupasını kaldırdı. Son kazandıkları Carling Cupla beraber 31 kupa kazandırdı Manchester'a. Ama son verdiği röportajda yukarıdaki cümleleri sarfetti Sir. Bunları söyledikten sonra da emeklilikten ne kadar çok korktuğunu itiraf etti.

2001/2002 sezonu sonunda emeklilik kararı aldığını açıklamıştı Ferguson. "O günlerde neredeyse bırakıyordum ancak yanlış karar verdiğimi farkettim bugün ise emeklilikten çok korkuyorum" diyor. "Çok uzun zamandır bu trendeyim ve bırakırsam sistemimin çökmesinden endişeleniyorum". Sir, emekliliği hakkında :


"Beni ancak üç şey durdurabilir:
1) Sağlığım
2) Artık yaptığım işten zevk almadığımı hissetmem
3) Mücadele edecek gücümün kalmaması


Her yaz bu üç şeyi gözden geçiririm. Önce doktoruma giderim. Doktorum son olarak "Patron, 67 yaşındasın. Sırt ağrıların gittikçe artacak. Sabahları yataktan kalkmak bazen kolay olmayacak." dedi. İşte bu seri penaltı atışlarına geçildiğinin habercisi.



Alex Ferguson, Manchester'ın başına geçmeseydi 22 yıl önce, onca teknik adam arasında kaybolup gitseydi ve biz "görece" genç jenereasyon onu hiç tanımasaydık. Sonra birgün bir yerde bir başarı hikayesi okusaydık. Şöyle başlasaydı hikaye, "başına geçtiği mütevazi takım Aberdeen'e ikinci yılında şampiyonluk yaşatarak,takımını 15 yıl aradan sonra İskoçya'da Celtic-Glasgow hegemonyasını yıkan ilk kulüp yaptı. Bu şampiyonluktan 3 yıl sonra 1983 yılında kupa galipleri kupasında çeyrek finalde Bayern Münih'i , finalde Di stefano'nun çalıştırdığı Real Madrid'i geçerek kupayı İskoçya'ya götürdü. Üzerine o yılın Almanya şampiyonu ve şampiyon kulüpler kupası sahibi Hamburg'u da geçip süper kupayı da Aberdeen'e kazandırdı. 8 yıl başında kaldığı Aberdeen, onun döneminde 10 kupa kazanarak tarihinin en parlak dönemini geçirdi" Bu hikaye de Fergy'i sevmemiz için yeterliydi.

Hele soyunma odasında sinirlenip, yerdeki krampona tekme atarak Beckham'ın kaşını yarması ve Beckham'ın ertesi sezon takımdan ayrılmasında bu olayın da etkili olmasıyla gönüllerdeki yerini iyice sağlamlaştırmıştı. Biz yeterince tanıdık, 1999 şampiyonlar ligi finalini izleyen şanslı futbolseverlerdeniz. Ama gönül ister ki, Sir bir 10 sene daha çalıştırsın Manchester'ı, bırakmasın yeni yetişen gençleri Mourinho'nun eline.

6 Mart 2009 Cuma

Para, para, para

Avrupa'da bir futbol kulübü toplam 450 milyon euro'yu bulan borç yükünü azaltmak için futbolcu satışını alternatif bir çözüm yolu olarak gündemine aldı. 75 bin kapasiteli yeni statlarının takvime göre mayısta tamamlanması gerekiyordu ancak ekonomik sebeplerden dolayı inşaat şimdilik durdu. Yeni stadın inşaatı için bankalardan yeni kredi bulamayan kulüp, halihazırda maçlarını oynadığı stadın çevresindeki arazilerini satışa çıkardı ancak bu girişim de başarısızlıkla sonuçlandı. Kulüp kötü ekonomik durumu sebebiyle futbolcuların maaşlarını dahi ödeyemez duruma geldi ve şu an için futbolcularına olan borcu 15 milyon euro. Bilin bakalım bu hangi Avrupa kulübü? Bilemediniz, Galatasaray değil Valencia.




İspanyollar için deniz bitti. Valencia'nın yeni CEO'su Javier Gomez borç yükünü azaltmak için futbolcu satışının da bir yol olduğunu açıkladı. Ara transfer döneminde David Villa ve David Silva ikilisi için Mancherster City 100 milyon pound önermiş, Valencia 135 milyon poundda diretince transferler yatmıştı. Son açıklama üzerine Manchester City teklifini yineler mi şimdilik meçhul. İspanyol futbolcularla Liverpool ve Chelsea'nin de ilgilendiği yazılıyor.

5 Mart 2009 Perşembe

Euro 2016 ve Türkiye

Fransa, 2016 avrupa şampiyonasına tek başına ev sahipliği yapmak için resmi başvurusunu yaptı. Daha önce ev sahipliği yaptığı iki büyük turnuvayı kazanan (1984 Avrupa şampiyonası/1998 Dünya Kupası) Fransa'nın o turnuvalardaki gibi bir Platini'si veya Zidane'ı şimdilik yok ama önümüzde daha 7 yıl var tabii. Öbür taraftan turnuva için Fransızlar'ın İtalyanlarla ortak başvuru yapacağı spekülasyonları da böylece sona ermiş oldu. Ağustos ayında futbolu bırakan Lilian Thuram da Fransa'nın adaylık sürecini yönetecek heyette yer alacakmış. (kendisini zaten severdik, Sarko'ya posta koyduğu için daha da bir sevmiştik. Thuram için ileride ayrı bir post açarız, hakkıdır)

Aday olduğu 2012'yi Polonya-Ukrayna ortaklığına kaptıran İtalyanlar da 2016 adaylığıyla ilgilendiklerini açıkladılar. 2016 için adaylık planlayan Galler-İskoçya ise ekonomik kriz sonrası başvurudan vazgeçerken, İsveç-Norveç ortak adaylığını daha önce açıklamıştı.

Türkiye de UEFA'ya bir ay önce resmi başvuru yapmış olmasına rağmen adaylık haberini yukarıdaki gibi aktaran International Herald Tribune'ün bizden hiç bahsetmeyip, adaylıktan vazgeçen ülkeleri habere eklemesini bilmem nasıl yorumlamak lazım. O kadar mı uzağız ev sahipliğine. Neyse enseyi karartmamak lazım yine de. Resmi adaylık için son tarih 9 Mart. Ev sahipliği için rakiplerimiz şimdilik yukarıda adı geçen İtalya, Fransa, İsveç-Norveç, bunlara eklenebilecek diğer muhtemel ülkeler ise Rusya ve Yunanistan. Hadi hayırlısı.

Bir küçük not da turnuvayla ilgili ; 2016'daki turnuvada takım sayısı 16'dan 24'e çıkacak.

2010 Güney Afrika



2010 Dünya kupası finallerinin biletleri 15 gün önce satışa çıkmıştı. Dört kategoriye ayrılan biletlerin ilk kategorisi, yani Güney Afrikalı futbolseverler için olan kısmı, 20 dolar ile 900 dolar arasında fiyatlarla satılıyor. FIFA, bilet fiyatlarının düşük tutulmasının sebebi olarak Güney Afrika'daki ekonomik durum ve yüksek işsizliğin yanı sıra küresel mali krizi göstermiş. Buna rağmen geçtiğimiz hafta Güney Afrika'ya teftişe giden FIFA gözlemcileri ülkede dünya kupasına yeterli ilgi gösterilmediğinden dem vurmuşlar. Güney Afrika'da lig maçları biletlerinin ortalama 1,5 ile 2,5 dolar arasında olduğu gerçeği belki biletlere niye ilgi gösterilmediğini de açıklıyordur.
Öbür taraftan satışa sunulan ucuz biletlerden ayrı olarak 3 milyon biletin %15'inin daha 20 dolardan başlayan biletlerle satışa çıktığı açıklandı. Ama sen bilet alacak olursan en ucuz 80 dolar. Tabii bizim memlekette kriz yok, sadece Güney Afrika'da var di mi? Ama illa gidelim dünya kupası havası soluyalım, battık nasılsa, battı balık yan gider diyeniniz varsa; güney afrikalı arkadaşlarla irtibata geçip ucuza bilet düşürebiliriz belki.


Güney Afrika demişken, bir John Leshiba Moshoeu vardı, ne oldu ona? Fenerbahçe'den ayrıldıktan sonra bir sezon Bursasporda oynadığını hatırlıyorum, sonra kayboldu. Meğerse Bursaspor'dan sonra ülkesine dönmüş, 4 sezon Kaizer Chiefs, 2 sezon da AmaZulu da olmak üzere 6 yıl daha futbol oynamış ve geçtiğimiz yaz 43 yaşında futbolu bırakmış. Birkaç post aşağıdaki Romario'ya selam olsun.

Son olarak, Güney Afrika Futbol Federasyonu yetkilileri sözüm size; ülkenizin ve hatta kıtanızın en güzel hatununu Dünya Kupası tanıtım kampanyalarınıza en kısa sürede dahil edin. Futbola kayıtsız kalan vatandaşlarınız, Charlize Theron'a da kayıtsız kalırlarsa yapılacak en doğru hareket kepenkleri kapatıp, ülkeyi tasfiye etmek olacak. Yapacak birşey yok.
(Charlize Theron'un Güney Afrikalı olduğunu bilmeyenler, itiraf edin, şaşırdınız..ehehe)

4 Mart 2009 Çarşamba

Molla Serbülend Efendi

Bir alttaki posttaki fotoğrafı görünce tadım kaçtı yine. Atom mühendisi de olsa, çok sevdiği, uğruna şiirler yazıp gözyaşı döktüğü Büyükanıt Paşa'sına Erke Dönergeci'ni de hediye etse, bu adamdan adam olmayacak. Ama muhtemelen benim hüsn-ü kuruntumdur bu; zira Bülent Uygun, ülkenin çoğu, futbol kamuoyunun ise neredeyse tamamı tarafından "adam gibi adam"lık payesiyle taçlandırılmakta olan bir şahsiyet ne de olsa.
Futbolculuk günleriyle ilgili hafızamda kaydadeğer imgeler yok. Zannedersem çoğu Fenerbahçeli, hatta Bülent Uygun'un kendisi için de büyük bir sürprizdir kazandığı gol krallığı. Fatih Terim'in milli takım teknik direktörü olarak çıktığı ilk resmi maç olduğunu tahmin ettiğim Polonya karşılaşmasında, oyuna sonradan girmiş, Hakan'la olan verkaçı sonrasında pis burunla bir gol atmıştı. [0-1'den çevirip 2-1 almıştı maçı Türkiye, gerçi gruptan çıkmak gibi bir iddia yoktu henüz o zamanlarda; ama yeni bir dönem ve talihin başlıyor olduğuna dair anlamlı bir göstergeydi.] Bülent Uygun'un futbolculuğu benim için o gol kadar ve o gol gibidir: Delişmen, aradan aniden sızan, beleş pozisyonların pis buruncusu.
Fenerbahçe'den nasıl ayrıldı, sonra nereye gitti, ne yaptı; malumatım olmadığı gibi Bülent Uygun için mesai harcamaya erindiğimden araştırmaya şevkim de yok. Herkes Bülent Uygun gibi araştırmacı, yenilikçi, çalışkan, Tur-bulent olamıyor haliyle, mazur görsün kendisi beni. Burada doğrudan kendisine seslenip baştan mazur görmesini istiyorum ki, bir haftaya on yedi basın açıklaması ve yirmi dokuz farklı ve mühim konuya parmak basma sığdırabilen Uygun, bu yazıyı da okuyup bir celalle basın mensuplarının karşısına çıkıp bize sallamasın. [Bu arada, Londra'da tabloid basında geçenlerde çıkan bir haberde, Arsene Wenger'in, Bülent Uygun'un "büyük hoca dediğin, Arsenal'le Sivas'a 4-5 atan değil; Sivas'la Arsenal'i yenen"dir vecizesi üzerine büyük bir feng-shui olduğu ve sezon sonunda Arsenal'le sözleşmesini yenilemekten vazgeçeceği yazıyordu]
Neyse, lafı uzatmaya değmez Bülent Uygun için. Hulasaten Amerikalıların bir lafını hatırlatmak isterim buradan kendisine: "Ağır ol molla desinler be şakirt!"

Sivas'ın Kadıköy seferi


Ligin ilk yarısında içeride Galatasaray ve Fenerbahçe'yi yenen, deplasmanda Beşiktaş ve Trabzonspordan puan alan, kupada Galatasarayı iki beraberlikle eleyen Sivasspor'un bir önceki hafta Gençler karşısında dökülen Fenerbahçe karşısında Kadıköyde 5 gün arayla çıktığı 2 maçta 7 tane gol yemesini beklemiyordum. Ama kupa maçında Bilica'nın serbest vuruştan attığı muhteşem golü 2 gol sayıyorum. Zaten kupa maçlarında deplasmanda atılan goller iki gol sayılır di mi? (Kim uydurdu acaba bunu ve niye nesilden nesilden geçen bir fenomen haline dönüştü bu saçmalık?Deplasmanda atılan golün nasıl bir avantaj getirdiğini anlayamayan ve böyle bir örneklemeye ihtiyaç duyanlara buradan sesleniyorum; futbol izlemek için asgari 60 IQ'ya ihtiyaç var, lütfen vazgeçin)

Trabzonspor ve Fındık


Trabzonsporlu futbolcular, haftasonu gittikleri deplasmanda Antalya tribünlerine fındık atmış. Garip haber :) Trabzon ticaret odasının sponsorluğunda, "Trabzonspor'un resmi yiyeceği' sloganıyla başlatılan kampanya Gaziantep'te de devam edecekmiş. Benim bildiğim fındık Trabzon ile değil, Giresun ile anılır. Nihayetinde hepsi laz olduğu için ayrı gayrı yok sanırım aralarında. Kampanyayla ilgili olarak kulüp sekreteri Hasan Yener “ Daha önceden 'Kolbastı'nın tanıtımına katkı sağladık. Hamsiyi çağrıştıran gümüş pul desenli gri formayı gelecek sezondan itibaren giyinmeyi planlıyoruz. Bunun için çalışmalarımız sürüyor" demiş. Çok merak ettim Trabzonspor'un gelecek seneki formalarını. Şimdi laz olmak vardı.

2 Mart 2009 Pazartesi

Ronaldo Luís Nazário de Lima

Ferguson'un antipatik Ronaldo'ya 7 numarayı vermesinden çok önce biz dişlek olanını sevmiştik. Avrupa liglerini bugünkü gibi yakından takip etme şansımız yoktu, gerçi maçlar canlı yayınlansa da maç izlemek yerine mahalle arasında top oynamayı tercih ettiğim yaşlardaydım (Yaşlandık tabi) ama TRT'nin bizim jenerasyon için çok şey ifade eden "Avrupa'dan Futbol" programındaki maç özetlerinde PSV formasıyla her hafta gol atan bu sempatik Brezilyalı, Barcelona'ya transfer olduğunda futbolcuyu herkesden önce keşfettiğimi zannetmiştim (kendisi ilk keşfettiğim futbolcudur, tabii o zaman Championship Manager da yok, bilgisayarım da) meğerse kendisi 1994-96 arası PSV formasıyla 46 maçta 42 gol atmış. Sonrasını hepimiz biliyoruz zaten. Barcelona-İnter-Real Madrid-Milan + Sakatlıklar.


Her ne kadar 2002 Dünya kupası yarı finalinde bizi üzse de Ronaldo'nun gönüllerdeki yeri her zaman başkaydı. Ne var ki geçtiğimiz yılın şubatında, Livorno maçında sol dizinden bir kez daha sakatlanınca toparlanması öncekiler kadar kolay olmadı.Malum yaş da kemale ermişti. Ameliyattan sonraki rehabilitasyon dönemi için ülkesine döndü. İnter-Lazio maçında yaşadığı sakatlık sonrasında herkes futbol hayatının bittiğini düşünürken yine Brezilya'da inzivaya çekilmiş, döndüğünde bıraktığı yerden devam etmişti. Bu sefer Rio'dan farklı hikayeler düşüyordu ajanslara. Nisan 2008'de Ronaldo'nun üç travestiyle yakalanması ve skandalın kahramanlarından Andreia Albertine'nin - diğer ismiyle Andre Luiz Ribeiro Albertino - (okşan/necati farkının portekizcesi :) anlattıkları efsaneyi epey sallamıştı. Arkasından çapı iki katına çıkmış göbeğiyle yakalanmıştı sahillerde. Bu sürecin kaçınılmaz sonu olarak Aralık'ta Milan'dan ayrıldı ve 15 yıl aradan sonra ülkesinde top oynamak üzere Corinthians ile bir yıllık sözleşme imzladı. Efsane ülkesine geri dönmüştü, 169 dolardan satılan formalar 6 saatte tükendi. Ronaldo, Corinthians'ı Avrupa'ya geri dönmek için basamak olarak kullanacağı iddialarına da cevap vererek futbol hayatını Brezilya'da tamamlamak istediğini açıkladı.



Ronaldo hakkında son 3 günde iki haber daha düştü. İlki Ronaldo'nun vukuatlarını sürdürdüğü üzerineydi. Ronaldo, gece yurttan kaçan yatılı öğrenciler gibi kampı kırmış ve takımının kamp yaptığı otele perşembe sabahı 5:30'da gelmişti. Ertesi gün klüp başkanı Andres Sanches "Olaydan dolayı üzgünüm ancak Ronaldo da insan ve hata yapabilir. Kendisi hatasının farkında ve bu olaydan ötürü cezalandırıldı. Umarım bu son olur" şeklinde konuşarak olay çok büyümeden üzerini kapattı.


İkinci haber ise Ronaldo'nun yeşil sahalardaki marifetleriyle ilgiliydi. Cumartesi günü çıktığı ve yaklaşık 6000 kişinin izlediği antreman maçında hat-trick yaptı Ronaldo. Önümüzdeki pazar da Palmerias'a karşı Corinthias formasıyla ilk resmi maçına çıkması bekleniyor.Bence son sakatlığından sonra bıraksa ve efsane olarak kalsa iyiydi ama bazısı inat ediyor işte.




Avrupa kariyerine Ronaldo gibi PSV'de başlayan, PSV formasıyla çıktığı 109 maçta 98 gol attıktan sonra yine onun gibi Barcelona'ya transfer olan bir eski jenerasyon Brezilyalı, Romario'nun futbolu 2008 yılında 42 yaşındayken bıraktığını düşününce insan korkuyor haliyle.