11 Mart 2009 Çarşamba

Taksim Kışlası


Çocukken bir gün Hürriyet'te İstanbul'un eski belediye başkanlarıyla ilgili bir yazı okuyordum. Sırayla eski zamandan bu yana bazı isimleri anlatıyorlardı. Lütfi Kırdar'ın ismini gördüğüm zaman tanıyıp da aslında tanımadığım bir insana rastlamıştım. Kendisinin ismini bir zaman şehrin göbeğinde basketbol keyfini yaşatan, kendi adıyla anılan spor ve sergi sarayıyla öğrenmiştim. Büyük bir merakla onunla ilgili yazılanları okumaya koyuldum. İstanbul'da büyük işlere imza atmış bir amca olduğunu anlatıyordu. Fakat okuduğum yazıdan bugüne kadar aklımda kalan kendisinin belediye başkanlığı döneminde yaptığı icraatlerde duyduğu tek pişmanlığın Taksim'deki kışlanın yıkılması olduğunun itirafıydı. Belki de insan denen mahlukatın yapılan iyi şeylerden çok, kötü şeyleri hatırlamak gibi adaletsizliğinden ötürü Lütfi Kırdar'a aklımda böyle yer etti. Sonraları Taksim Topçu Kışlası'nı fotoğraflarda gördüğümde gerçekten çok üzüldüm ve içimdeki vicdan azabı da azalmadı değil hani.


1840'larda yaptırılan bu kışlanın zerafetini kapısına bakarak bile anlamak mümkün. Hint mimarisini andıran şekliyle, varolan Osmanlı mimarisinden farklı bir görüntüye sahip (tabii bu kışla gibi yıkılmış ve tarihin derinliklerine gömülmüş bilmediğim nice yapıları es geçiyorum). Bu arada nizamiyenin duvarına ve kenarındaki kulelerin kubbelerine baktıkça ah oryantalizm ah çekmemek elde değil!

İnanılmaz bir gösterişe sahip bina elbette zaman içinde bazı hasarlar gördü ve neticesinde "eski mi, yık gitsin" mantalitesine sahip Türk insanının kurbanı oldu (cumhuriyet sonrası Osmanlı figürlerinin yerine yenilerini oturtma çabasının bir ürünü olarak da görülebilir, bu konuyu tarihçi arkadaşa bırakıyorum). Şimdi otobüs duraklarının, mermer merdivenler ve gezi parkının olduğu alan ne kadar kullanışlı ve güzel? Bir de kışlanın hala hayatta olduğunu hayal edin. Ortasında bir zamanlar olan futbol sahası yerine güzel düzenlenmiş bir avlu... küçük bir havuz etrafında insanların oturabileceği bir yer... Ya da tarihi dokunun içine son model bina dikip otel yapma geleneği yerine şu yapı varolsaydı da otel olarak değerlendirilseydi... Acaba turistlere hangisi daha cazip gelirdi; İstanbul'da kendine münasır bir mimariye sahip, tarih konan bir Osmanlı kışlasında kalmak mı, yoksa dışı cam yığını gökkafesler mi?


Taksim Meydanı'nın o zamanki diğer eserlerine de bakarsak;





















Soldaki fotoğrafta, Marmara Oteli'nin yerinde, 1960'lara kadar Osmanlı Bankası genel müdürüne ait Viyana usulü bir konak yer alırken; yukarıdaki fotoğrafta, AKM binasının yerinde, %100 doğruluğunu bilemesem de sonradan Elektrik İdaresi'ne dönüşmüş bir Fransız tarafından yaptırılmış bir konak yer alıyordu.


Şehrin en merkezi yerinde bir opera binası inşa etmek mantıklı birşey, bu sebeple Elektrik İdaresinin yeraldığı konağa elveda demek anlaşılabilir (tabii daha güzel bir AKM binasıyla) ama soldakinin yerine kocaman bir bina dikmek hangi cevvalin işidir, bilemiyorum.


Bir de binanın şehir içinde kışla bölümüne değinmek gerekir. Kışlanın yapıldığı 1800'lerin ilk yarısında Taksim bölgesi, hatta Pera şehrin merkezi olmaktan uzaktı. Halen İTÜ'nün kullanmakta olduğu binalar hem kışla hem de okul olarak hizmet vermekteydi. Ayrıca Nişantaşı'nın o zaman askerlerin antreman yaptıkları bir yer olduğu düşünülürse kışlanın buraya oturtulması oldukça mantıklı...

2 yorum:

  1. Tanzimat Fermanı sonrasındaki dönemde elçilikler sebebiyle Pera öne çıkmaya başlar, teşvikiye-nişantaşı tarafları da Dolmabahçe'nin yapımında çalışan işçilerin kalacağı konutların yapılmasıyla ilk kez yerleşim yerine dönüştürülür, dolmabahçe ve ileriki zamanda da Yıldız'a yakınlığı sebebiyle öne çıkar diye bilirim. Kasımpaşa'da bulunan tersane ve denizcilik okulu ile mühendislik okulunun varlığının önemi yok mu kışlanın oraya inşa edilmesi konusunda ?

    YanıtlaSil
  2. "Siyasal iktidar ve şehir: 19.yy osmanlı şehirlerindeki mekansal değişimler üzerine"
    Hakan Kaynar

    Kebikeç-sayı 10, sayfa aralığı 141-158
    :)

    YanıtlaSil